Algı ve Boyut

Posted on 23:08, under

İnsanlar düşünce fonksiyonunu kullanabilen varlıklar olduğuna göre; Bu mekanizmanın onlarda nasıl işlediğini düşünelim...

İnsan herhangi beş duyusundan biriyle algıladığı elektriksel mesajlara bir mana takar ve bunu beyninde hangi dili kullanıyorsa o dilden bir kelimeyle özdeşleştirir. Artık bu anlam bir kelime ile etiketlenmiştir. Organizmanın karşılaştığı olaylara karşı gösterdiği tepki ise manaları doğurur ama insan beyni ne durumda olursa olsun daha önce etiketlemediği bir tepki (mana) ortaya koysada bunun kendisi için hiç bir anlamı yoktur. Fiziksel olarak tepki verir ama bu o kişiye göre yapılmış bilinçsiz bir harekettir.

Yukarıdaki paragraftan şöyle bir sonuç çıkar!
İnsan beyninde ne kadar çok kelime ile bazı tepkileri anlamlandırabiliyorsa etrafına karşı o kadar uyumlu, ve kendi bünyesinde diğer manalara açık (kolay öğrenebilme hali) durumdadır.

Boyut kavramı ise algı ile özdeştir. Bir cismi bir boyutlu algılamak demek bir özelliğiyle, iki boyutlu demek iki özelliğiyle üç boyutlu demek üç özelliği ile vs... anlamlandırmak demektir. Niçin fizikçiler evreni tanımlamak için üç boyut yetmiyormuşçasına zaman boyutunu da işin içine katarlar? Evreni anlamak için üç boyuttaki özellikler yetersiz kalmıştır daha doğru değerlendirmeyi yapabilmek için başka özelliklere de ihtiyaç vardır.

Bunu somut bir örnekle açıklarsak: bir sayfaya bir sürü anlamlı şekil çizmiş olalım ve sayfaya tam sayfa hizasından (yani iki boyuttan) baktığımızı düşünelim. Ne görürüz? Sayfa düzleminde giderken gözümüze ilk çizgilerden gelen elektriksel mesajlar... Yalnızca bir kaç çizgi algılarız. Bunun gerisinde kalan bütün çizgiler bizim algı sınırımız dışında kaldığı için yok hükmündedir. Birde sayfaya yukarıdan baktığımızı düşünelim (üç boyuttan) bütün bir görüntü ne kadar da değişti artık birkaç çizgi değil anlamlı bir sürü çizgi ve bu çizgilerin oluşturduğu anlamlı şekiller vardır. Evet boyut sayısı arttıkça anlam ve algını genişlemesi bence budur.

Aslında boyut diye bir kavramı biz algımıza göre kendimiz yaratırız. N boyutlu uzayda çalışıyoruz derken çalıştığımız sitemin N tane özelliğinden sözederiz. İnsan ise düşüncesinde bu boyutları varedebilen sonsuz boyutlu bir yapıdır.

Bu Boyutların farkında olabilmemiz dileğiyle...

M. Tamer Çakıcı

edit post

e=mc2 (tepkinin etkisi)

Posted on 22:59, under

Özel göreliliğin postulalarından en meşhuru, 1905'de Einstein'ın ortaya koyduğu kütlenin bir enerji şekli olduğudur. Einstein, kütle ile enerji arasındaki dönüşüm çarpanının c2 (ışık hızının karesi) olduğunu buldu. Bir dizi formül sonucunda bu ifadenin denklem olarak da E=mc2'ye eşit oluğunu açıkladı. Bu denklemde verilen "m" kütle "c" de ışık hızıdır.

Yeri gelmişken, kütle ile ağırlık kavramlarına kısaca bir göz atalım. Kütle ve ağırlık günlük hayatımızda çok kullandığımız iki kelimedir. Ama, teknik anlamları çok farklıdır. Kütle ; bir cismin konumu değiştirildiğinde gösterdiği dirençtir. Cismin kütlesi, onu oluşturan atom türlerine bağlıdır. Ağırlık ise ; cismin yeryüzünün veya ayın merkezine çekiliş gücüdür.

Birçoğumuz kütlenin, ağırlıkla eşanlamlı olduğunu zannederiz. Halbuki, fizikçiler kütleyi ; maddenin hareket değişikliğine karşı gösterdiği direnç olarak tanımlar.

Einstein , klasik fiziğin zaman ve mekân gibi değişmez kabul ettiği kütlenin cismin hızına bağlı olarak arttığını göstermiş, onun da göreceli olduğunu belirtmiştir. Hatta, enerjinin bir kütlesi bulunduğunu, kütlenin de enerji olduğunu göstermiştir.

Klasik fizikte kütleye değişmez ve hızdan bağımsız bir sabit olarak bakılırdı. İzafiyet fiziğinde ise; kütle değişkendir ve hıza bağımlıdır.

Bir bardak suyu ısıtırsanız, suyun sıcaklığı ve ısı miktarı değişir. Acaba ısınan bu suyun kütlesinde de bir değişiklik olur mu? Klasik fizikçiye göre , herhangi bir değişiklik olmaz. Fakat, izafiyet teorisine göre ; bir cismin enerji miktarı değişirse , kütlesi de değişir. Enerjinin kütlesi , kütlenin de enerjisi vardır. Artık enerji ve kütlenin ayrı ayrı korunum-sakınım yasaları yok, tek bir yasa vardır. " Kütle-Enerji korunum yasası"

Kütle ile enerji , kuruş ile liranın birbirinden farklı olduğu kadar farklıdır. Lirayı kuruşa , kuruşu liraya çevirebileceğimiz gibi, kütleyi enerjiye , enerjiyi de kütleye dönüştürme imkânı vardır. Gerçekten kızdırılmış bir demir parçası , soğuk bir demirden daha mı ağırdır? Evet daha ağırdır. Fakat bu ısınan miktardaki artan kütle miktarını en hassas terazide bile tartmak mümkün olmaz. Bu tıpkı milyarlık bir hesaba birkaç kuruş katmaya benzer.

Çoğumuz E= m c2 denkleminin atom bombasının gelişmesindeki payını bilir. Formül, gerçek değerlere çevrildiği zaman gözlerimiz faltaşı gibi açılacak, kütle ile enerji arasındaki ilişki çok açık bir şekilde görülecektir. Örneğin 1 kg. kömür, tümüyle enerjiye çevrilebilseydi, Türkiye'de bir yılda tüketilen toplam enerji elde edilebilirdi. 1 kg. kömürü normal şekilde yaktığımız zaman enerji elde etmiyor muyuz? Ediyoruz tabii, fakat bu tür sobada yakma işlemi basit bir kimyasal işlemden ibarettir ve yakılan kömürün çok büyük bir kısmı enerjiye dönüşmez, duman , is , kül ve gaz gibi madde olarak kalmaya devam eder.

Einstein'ın formülü yirmi yıl boyunca fantezi bir buluş olarak düşünülmüştü. Oysa o formül çekirdek enerjisinin kullanılma yolunu gösteriyordu. Nihayet, zincirleme buluşlar, deneyler, zorunluluklar, 15 temmuz 1945 yılında Meksika eyaletinin Alamorgodo çölünde eski bir çiftlik binasında iki milyar dolara mal olan ilk atom bombasını patlatmayı başardı. İnanılmaz bir şimşek, çölü ve etrafındaki dağları aydınlattı. Parlaklığı yüz Güneşe eşitti. Korkunç patlamayı, on yedi km. uzaklıktaki seyircilerin hissettikleri kuvvetli bir hava dalgası izledi. Renkli bir bulut on üç km. kadar yükselip yayıldı. Dört yüz metre çapındaki çölün ortasında kum camlaştı. Sıcaklık, yirmi milyon dereceyi bulmuştu.

1945 yılının 6 Ağustos'unda BR9 Superfortres uçağı on bin metre yükseklikten Hiroşima'ya bir atom bombası attı. 9 Ağustos'ta Nagasaki'ye bir tane daha atıldı. Yüz otuz bin ölü, yetmiş bin yaralı olmak üzere kurbanların sayısı iki yüz bine yaklaştı. Hiroşima'ya atılan 6000 gramlık bombanın patlamasıyla 1 gramlık madde kaybı olmuş, o bir gramdan ; 1021 erg (20 kiloton) enerji açığa çıkmıştır. Bu muazzam gücü ortaya çıkaran, yalnızca 1 gram maddenin enerjiye dönüşmesidir.

Verilen bu örneklerden sonra, madde dediğimiz şeyin aslında sadece enerjinin değişik bir formu olduğu gün gibi açık görülmektedir. Algıladığımız tüm gezegenler, yıldızlar ve galaksilerin aslı enerjidir. Alemlerin aslı enerjidir.

Klasik Fizik, yıldızların oluşumunu özetle şu şekilde anlatmaktadır: Galaksi içinde serbest halde bulunan gaz ve toz parçacıkları belirli bir çekim alanında toplanırlar. Toplanan parçacıklar, merkeze doğru çok yüksek bir basınç uygular, basıncın sonucunda merkezde yüksek bir sıcaklığa ulaşılır. Bu sıcaklık nükleer fizyon tepkimelerini başlatır ve yıldız oluşumu tamamlanır. Böylelikle yıldız, dışarıya ısı ve ışık yayar.

Yıldız oluşumunun bazı kademeleri belirlenmiş olsa da, gaz ve toz parçacıklarının nasıl meydana geldiği hâlâ tespit edilememektedir. Bizce bu parçacıklar uzayın belirli bölgelerinden yayılan enerjilerin yoğunlaşmış halleridir.

Ahmet F. Yüksel & Hasan Demir

edit post
Geceleyin gökyüzüne baktığımızda sayılamayacak kadar çok yıldız görür ve evrenin ne denli büyük olduğunu düşünürüz. Ama, yine de sayısal olarak ele almadan onun ihtişamını anlayamayız.

Dünya ile güneş arasındaki mesafe, 149 milyon 596 bin km. Güneş ışığı (1 sn de 300bin km.lik hızla) 8 dakikada gelmektedir. Güneşin galaksimizin merkezine olan uzaklığı 32 bin, Samanyolu'nun çapı da yüz bin ışık yılıdır. Galaksimize en yakın olan Andromeda 2.5 milyon ışık yılı uzakta. Bunun yanında bir de bizden milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki milyarlarca galaksileri düşünürsek !.. Bugün en uzak gözlemlerimiz yirmi milyar ışık yılı uzaklığındaki Kuasarlar...

Ya göremediklerimiz?..

Şu an için bilimin standart bir modeli olmamasına karşın , gözlemler, evrenin sonsuz sınırsız olup her an tüm evreni içinde barındıran noktaların patlamasıyla (Big Bang) meydana geldiğini göstermekte. Yani bu evrende varlığımız hiç üssü hiç...

Ya mikrokozmoz, onu düşünmek dahi istemeyiz.

Bu anlatılanlar,sonsuz-sınırsız evren içinde bulunan birimin dıştan içe doğru bir algılamasıdır. Şimdi de içten dışa doğru olan Holografik açıdan incelemeye çalışalım, öncelikle Hologramı açıklayalım:

Bir tek lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılmasıyla oluşur. İlk ışın,fotoğrafı çekilecek nesneden yansıtılır. Sonra, ikinci ışın, ilkinin yansıyan ışığıyla çarptırılır. Bu durumda ortaya çıkan girişim deseni,daha sonra bir film parçasına kaydedilir. Plaka üzerindeki simgenin,fotoğrafı çekilen nesneyle yakından uzaktan hiçbir benzerliği yoktur. Daha çok, havuza atılmış bir avuç çakıl taşının oluşturduğu eşmerkezli halkalara benzemektedir. Ancak, başka bir lazer ışını filmin içinden geçip onu aydınlatacak olursa,orijinal nesnenin üç boyutlu simgesi sanki somutmuş gibi şaşırtıcı bir biçimde ortaya çıkar. Fakat siz o nesneye dokunacak olsanız,eliniz havada kalacaktır, onu asla yakalayamayacak, tutamayacaksınız. Başka bir özelliği de, plakayı ne kadar parçalarsanız parçalayın,en ufak bir parça bile görüntüyü aynen vermesidir. Çünkü, plakanın her noktasında tümüne ait bilgi mevcuttur. Ya da başka bir deyişle, görüntünün her noktası,tüm görüntüyü içermektedir.

Bu kavramı beyne monte etmeye çalışalım. Elimize galaksilerin ve yıldızların üç boyutlu Hologramını gösteren bir plakayı alalım. Ve baktığımız görüntüde hiçbir değişiklik yapmadan,bir an için plakayı beynimize yerleştirelim ya da beynimiz bu plaka olsun. Göreceğimiz şey, dışımızda, haricimizde milyarlarca yıldız ve galaksilerden oluşmuş sonsuz, sınırsız bir evren yapısı...

Bu bakış açısına göre dışımızda gerçekte var olmayan bir masa sandalye, insan, dünya, güneş, gezegenle, galaksiler, tüm evren ve uzay-zaman, beynimizdeki (plakadaki) dalgasal formların (mânâların) değişerek algılattığı,somutlaştırdığ ı,var kabul ettirdiğinden ibaret olacaktır. Bunun sonucunda geçmiş,şimdi ve gelecek diye bir ayrım da olmayacaktır.

Mistiklerin yıllarca dile getiredurdukları "yaratıcı gücün ve hiçbir şeyin dışarıda aranmaması, böyle bir tanrının var olmadığı,özümüzde,kendimiz de mevcut olduğu, Cennetin ve Cehennemin İnsanı olmayıp İnsanın Cenneti ve Cehennemi olduğu" fikri bu olsa gerek...

Kenan Keskin

edit post

Fizik Sorusu

Posted on 22:12, under

Bu soru Kopenhagen'daki bir Üniversitenin fizik sınavından alınmıştır:

"Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasıl bulursunuz? Anlatınız."

Öğrencilerden birinin cevabı: "Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsınız. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir."

Bu oldukça orijinal cevap, hocayı çileden çıkartmaya yetti ve öğrenci dersten kaldı. Öğrenci cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve üniversite durumu çözmek için başka bir hoca gönderdi.

Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu? Çocuk kalmalı mı geçmeli mi?

Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna, fakat kayda değer bir fizik bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere;öğrencinin en azından asgari bir temel fizik bilgisi olup olmadığını anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı. Genç, ilk beş dakika, sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu.

Hoca zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç, çeşitli cevaplarının olduğunu, fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince şöyle cevapladı:

"İlk
olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği (H=0.5x g x t2) formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat barometre için kötü bir seçim..."

"Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu bir yere dikip gölge uzunluğunu, sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu ölçebilirsiniz. Bundan sonrası basit bir orantıyı çözmek olacaktır."

"Fakat bu konuda gökbilimsel bir cevap istiyorsanız barometrenin ucuna bir sicim bağlayıp onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz; önce yer seviyesinde daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği T=2pikarekvk (I/g)formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz."

"Yahut da gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa, barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu barometre yüksekliği biriminden sayıp bunları toplayabilirsiniz."

"Eğer ille de sıkıcı ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki barometre ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer milibar cinsinden çıkan farkı feet'e çevirebilirsiniz ve yüksekliği bulursunuz."

"Ancak bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metotlar kullanma konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki, en iyi yol şüphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu."

Simdi genci dinledikten sonra hâlâ aynı şeyi mi düşünüyorsunuz ?

Geçmeli mi kalmalı mı ?

Öğrencinin adı : Niels Bohr, Fizik'te Nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.

Dr. Ahmet Altıner

edit post

Quantum ve Astroloji

Posted on 22:01, under ,

Günümüzün bilim adamları ve bilim çevreleri astroloji konusuna kesinlikle sıcak bakmamaktadırlar. Bunun en büyük nedeni de bilimsel temellerimizin Beş duyu skalasına göre dizayn edilmiş olması, yani tüm fiziko-matematik yasalarımızın orjin olarak madde varsayımına (kabulüne) dayanmasıdır. Bu yüzden de konu Astroloji olunca, gök cisimlerinin birbirlerine uyguladıkları Gravitasyonel çekimi (kuvveti) yasalarınca değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.

Gerçekten de bu yasalara göre örneğin ayın dünyamıza uyguladığı gravitasyonel çekimi hesapladığımızda ancak birkaç metrelik gel gitleri oluşturmakta, bir Merkürün , Jüpiterin...vb. gök cisimlerinin uyguladıkları gravitasyonel etkisi ise hemen hemen hiç yokmuş gibi ihmal edilebilir bir konumdadır. Elektromagnetik kuvvetin madde ile etkileşimleri ise hesaba bile alınmaz. Çünkü Makro uzayda geçerli olan kuvvet, gravitasyonel kuvvettir. Dolayısıyla da Astroloji batıl konumuna düşmektedir.Oysa, geçmişte yapılan gözlemlerle bugünkü istatistiksel hesaplar astrolojinin doğruluğunu gösterdiğine göre nerede yanlış yapılmaktadır? Bunun cevabını QUANTUM POTANSİYEL ETKİ kavramında bulabiliriz. Bu kavrama göre evrende var olan her şey, bir bilgidir. Dolayısıyla bir cisim, diğer bir cisme kuvvet uygulamıyor, onu sadece bilgilendiriyor demektir. Bu durumda elektromagnetik dalgaların maddeyle olan etkileşimi de açıklanmış olmakta.

Uzaktan kumandalı bir arabanın, kumandasından gönderdiğimiz mesaja göre hareket etmesi anlatılanların somut bir örneği olarak gösterilebilir. Kumanda ile elektromagnetiksel bilgiyi arabanın anteni vasıtasıyla arabaya yükleyelim. O da bu bilgi ile hareket etmeye başlasın. Burada kuvvetin neden olduğu bir etkileşim değil,bilginin ona yüklenmesi söz konusu.

Dolayısıyla, evrenin dört temel kuvvetinin de bilgilendirme işlevi gördüğünü söyleyebiliriz.

Dünya ve üzerinde var olan maddesel yapı, zodyak denen takım yıldızlardan gelen Elektromagnetik dalgaların gezegenler tarafından yansıtılarak oluşturulduğu girişim deseninin maddesel olarak algılanmasından ibarettir. Ve burçlardan gelen dalgalar, bu girişim desenindeki dalgasal formu bilgilendirerek maddesel dünyada ya da Dünyamızda fiziksel oluşum, etkileşim olarak açığa çıkar. Burçların ve gezegenlerin de birer bilgi (dalgasal form) olmasına karşın...


Kenan Keskin

edit post

Paralel Evrenler

Posted on 21:51, under

Yaşadığınız hayatta başrolü kim oynuyor. Kimi zaman kendi hayatınızda figüran gibi hissediyor, 'neden orada değil de burada?' ya da 'niye ben' demekten alamıyoruz kendimizi. Seçimler başımıza gelecekleri belirliyor. 'Ya ötekini seçseydim ne olurdu?' düşüncesi yerli yersiz zihni meşgul edebiliyor.

Her karar verme anında çatallanan ve her yeni yönde eşzamanlı ilerleyebilen bir başka siz düşünün. Örneğin; bu satırları okumaktan şu anda cayan ve başka bir işe yönelen bir siz. Bu durumda, yaptıklarınız değişir; çevrenizdekiler, uzam ve zaman da size göre yeniden tanımlanır. Bu bambaşka bir evren tanımına giriştir; değişen siz her yeni karar da başka bir küçük evreni inşa etmektedir. Zamanın işleyiş yönünde belirginleşen koşutluk ayrıca bütün fizik kuralları ile perçinlenerek işler. Gördüğümüz, duyumsadığımız, algıladığımız yegâne büyük evrenin yanında, hiç denenmemiş ama izlenimleri bellekte yer eden ve yaşayan küçük evrenler. Ve biraz sonra birbirinden bağımsız ama 'paralel' devam eden bu sayısız evrenlerden geçebildiğinizi, hayata oradan devam edebildiğinizi düşünün.

Bazı dinler ve filozoflar tarafından sıkça tekrarlanan, görülebilir evrenin ötesinde başka evrenler olduğu savı, insanlık için çok yeni bir düşünce değil. Havası suyu kimyası fiziği başka kanunlarla perçinlenmiş evrenler uzun zamandır anlatılıyor. Dinler ve öğretiler tarihi inanması güç kurallarla inşa edilmiş evren çağrışımları ve tasvirleriyle dolu. Cennetler, Cehennemler, Olympuslar, Valhallalar ve benzeri alternatif imgelerin yapı taşını bu dünyadakinden çok farklı maddeler oluşturuyor.

'Paralel evrenler' tanımı ilk kez Amerikalı fizikçi Hugh Everett tarafından ortaya atıldı. Zaman içinde, kuantum mekaniğinin ilginç, çok popüler ve bilimsel platformlarda çok tartışılan kuramlarından birisi oldu. Kimi zaman bağımsız ve farklı, hiçbir şekilde birbiriyle etkileşime girmeyen, çok sayıda evrenin varlığı öngörüldü. George Mason Üniversitesi'nden Dr. Robin Hanson gibi bilim adamları ise, paralel evrenlerin aslında sanılanın aksine birbirlerinden bağımsız olmadığı, birbirleriyle etkileşimde olduğunu öne sürdü. Evrenlerin birbirleriyle etkileşime geçtiği hallerde ise, küçük evrenler parçalanıyor ya da büyüğü tarafından yutuluyordu; örneğin ısının aniden yükselmesi sonucunda küçük evrenin yanması; dinsel betimlemelerdeki 'kıyamet'i çağrıştırıyordu.

Kuantum mekaniği; bilim tarihinde 'çift yarık deneyi' olarak bilinen deneyde, fotonun dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu belirleyen şeyin gözlemcinin bilinci olduğunu söyler. Bir olgunun potansiyel durumdan işler hale gelmesi ve gerçekleşmesi, katılımcının varlığı ile mümkün olabilir. Sistemin fiziksel özelliklerinde herhangi bir değişim olmaz, değişim sadece bu özelliklerin potansiyellik ve güncelliğinde ortaya çıkar.

Fizikçi Jack Sarfatti'ye göre, gözlemcinin fikri, birçok olguyu açıklayabilir. Örneğin, bir sıvı veya gazdaki parçacıklar durmadan ileri geri hareket eder. Ona göre parçacıkların bir oraya bir buraya çarpmasının asıl nedeni, katılımcıların zihinsel etkinlikleridir.

Teorik fizikçi Roger Penrose, insan bilincinin nesneleri nasıl etkilediğini şöyle açıklıyor: 'Her gözlemcinin bilinç durumu 'ikiye ayrılır' kabul edildiğine göre her bir gözlemci iki kez var olacak, her var oluşunda farklı deneyimler edinecektir, Gerçekte, yalnızca gözlemci değil, içinde yaşadığı tüm evren, dünyayı her 'ölçmesinde', en az iki parçaya ayrılır. Böyle bir parçalanma, yalnız gözlemcilerin 'ölçümleri' nedeniyle değil, genelde kuantum olaylarının makroskopik büyümesi nedeniyle, tekrar tekrar oluşur ve bu şekilde oluşan evren 'dalları' çılgınca dal budak salmaya başlar'.
Birden çok olası evrenin öngörülen kümesi, 'çoklu evrenler' adlı bir teoriyle ifade ediliyor. Çoklu evrenin yapısı her evrenin kendi doğası ve birbirleri arasında kurulu çeşitli ilgiyle beliriyor.

Çoklu evren tanımı; fizik, felsefe, kurgu ve kısmen bilim kurgu alanlarında hipotezlerle ifade edilir. İlk defa William James tarafından kullanılan terim, bilimkurgu yazarı Michael Moorcock tarafından yaygınlaştırıldı. Aynı tanım çoğu zaman, 'alternatif evrenler', 'paralel dünyalar', 'paralel evrenler' biçiminde de kullanılıyor.


Max Tegmark'a göre başka evrenlerin varlığı kozmolojik gözlemlerle doğrudan ilişkili. Tegmark, kozmik gözlemlerin sunduğu verilerin, başka evrenlerin varlığını çıkarsama ve tanımlamada biricik yardımcı olduğunu söylüyor. Bugüne kadar girişilmiş bilimsel tanımlardan paralel evren düzeyleri adını verdiği bir sınıflama oluşturuyor.

İlk düzey 'açık çokluevren' adıyla anılıyor. Kozmik genişleme ve evrenin sonsuza yönelimi bu düzeyde bağlayıcı varsayılan oluyor. Birebir kopyanız sizden ancak Hubble hacimleri kadar ötede yer alabilir.

Andre Linde'nin köpük kuramı ikinci düzeyi oluşturuyor. Bu kabulde Kaotik genişlemede öteki canlı alanların başka fiziksel sabitleri, boyut ve parçacık tanımları olabileceği öngörülüyor. Bu düzey ayrıca Wheeler'ın 'düzenleyici evren' teorisini de kapsıyor.

Hugh Everett 'in 'sayısız dünyalar' kabulü üçüncü düzeyde yer alıyor. Kuantum mekaniği kuralları çerçevesinde; tıpatıp benzeyen çoklu evrenler farklı hallerde var olabiliyor. Kuantumun genel kurallarına sıkı sıkıya bağlı bu kabul paralel evrenlerin en çelişik ifadesi olarak biliniyor.

Dördüncü düzeyde Tegmark'ın 'mükemmel birlik' kuramı yer alıyor. Öteki matematiksel yapılar başka bir fiziksel kökten eşitlikler verir. Bir bakıma matematiksel doğruluk fiziksel varlığın da delilidir. Bu durum fiziksel alışkanlıkların gözden geçirilmesini, gözlemcinin algısını yeniden inşa etmesini zorunlu kılar. Stephen Hawking'in geliştirdiği M-teorisi" bu düzeyde yer alır. Tegmark'a göre bu noktadan sonra beşinci bir düzeyden bahsedilemez.

"Her Şeyin Teorisi"adıyla da bilinen evren kabulü, "M" harfiyle (magic, mysterious, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin, bütün teorilerin anası olarak değerlendiriliyor. Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak kuramının henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olabileceğini belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını vurguluyor.

M-Teorisi'ne göre, evren iki boyutlu 'bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiperuzay". Hiper ölçekte, "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya giriyor. Hawking'e göre "Gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiperuzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğuyor.

"kuantum üremesi" denen bu olayda Hawking; kuantum oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Hawking, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, bu varsayımı biraz daha somutlaştıran hologram örneğini veriyor: 'Hologramlar, iki boyutlu bir yüzeydir ama doğru açıdan bakıldığında, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark edilebilir'. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan herhangi birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamı görülebilir.
Diğer bir söyleyişle, daha çok boyut içeren bilgiler, daha düşük boyuttaki bir yapının içine kodlanabilir. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir. Dahası paralel dünyaların yansımaları gözlemlenebilir. Ve sürüp giden yaşam bu yansımaların sadece biridir.

Hawking'in kuramının, kehanet ve telepati gibi metafizik olduğu sanılan karanlık konuları da aydınlatacağı düşünülüyor. Tıpkı bir hologramda iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunan, üç boyutlu bilgilerin okunması gibi karanlıkta kalan birçok 'beceri' açıklanabilecek.

Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir oyun, bizim de eğlence için. Üretilmiş hologram oyuncular olduğumuzu söylemek oldukça kolaycı bir yaklaşım. Bu yüzden neredeyse paralel evren çağrışımlı bütün eserlerde böylesi bir gönderme şu ya da bu biçimde yapılıyor. Kurgubilim başımıza gelecekleri yaklaşık olarak öngörebilmesi gayet doğal... Ancak kitaplar filmler ve benzeri ürünler; geleceğin hangi yöntemlerle işlerlik kazanacağını önceden haber verdiğinde her zamankinden şaşırtıcı olabiliyor. Bilim açıklayıcı niteliğiyle geçmişin beslediği bütün efsaneleri, mucizeleri ya da karanlık noktaları birer birer anlaşılır kılmak, aydınlatmak için çalışıyor. İnsanlığın eriştiği nihai bilgi ki böyle bir sonuç varsa; filmlerdeki kadar fantastik olmayacağı muhakkak. Çünkü başımıza geldiğinde, her ne kadar kitapların fantasması olsa da bizim 'gerçeğimiz' olacak.

Oruç Türker Özger

edit post

Hologram

Posted on 21:41, under

Rüyâlarımızda gördüklerimiz, hafızamızda kayıtlı olan tüm bilgiler ve hattâ izlediğimiz filmler aslında yaşanılan hayatların birebir yansımaları yani hologramları değil midir?

Aslının "aynı" görüntüsünü veren,TÜM özellikleri aynen yansıtan, 3 boyutlu olmadığı halde var gözüken yani hayâl olan hologram, suda ya da aynadaki aksinizde ortaya çıkıverir... 3 boyutlu kendi yansımamızı seyrederken, kendinizi bir "bütün" olarak görmez misiniz?...

Şimdi, gelin hologram ile ilgili yapılan açıklamalardan bir tanesini okuyalım:

"Hologram 2 boyutlu bir objedir ancak doğru yansıtma durumunda tam bir 3 boyutlu imaj yani görüntü üretir. 3 boyutlu objeyi tanımlamadaki tüm bilgiler, 2 boyutlu hologramın hakikâtinde, özünde kodludur yani bulunmaktadır. Keza, yeni fizik teorilerine göre de Tüm evren bir çeşit hologram olabilir." (Scientific American, Kasım 05, 2005)

Yukarıdaki hologram tanımı bize neyi anlatmakta?
Eğer 3 boyutlu hologram objenin tüm bilgileri iki boyutlu hologramda mevcutsa, iki boyutlu hologramın bilgileri TEK'de (burada boyut kelimesi otomatikman düşmektedir) yani 0 (sıfır) noktasında yani NOKTA'da mevcuttur. Yani bize göre hangi boyuttan bakarsak bakalım Tüm bilgiler holografik olarak TEK NOKTA'da toplanmıştır. Bir TEK yansıtıcı, projektör olması NOKTA'sından bakarsak, O'ndan yansımalar bizdeki kodlanmış(encoded) bilgiye "göre" çözüme ulaşacak ve bizim kısıtlı algılama araçlarımız (5 duyu) yüzünden çoklu holografik görüntüler,imajlar olarak beynimizde yerlerini alacaktır.

Buradaki holografik görüntünün tek ilginç gelen yanı tabii ki 3 boyutlu olmasından kaynaklanmıyor. Herhangi bir imajı holografik bir film gibi kaydedip sonra da bu filmi parçalara ayırdığımızda (kaç parçaya ayırırsak ayıralım), o imaj aslının tüm özellikleri ile görüntü vermeye devam edecektir. Bundan da anlayabileceğimiz gibi, holografik bir film parçası BÜTÜN üzerinde kaydedilmiş tüm özelliklere sahip gözükmektedir.

Bu şekilde günümüz teknolojisinde "hologram" pek çok alanda yerini almıştır. Hologram, datanın depolanması için en uygun tekniktir. İki kesişen lazer diski, milyonlarca bilgiyi bir diskte depolayabilir. Bu iki keşişen ışın holografik datayı kaydeder ve daha sonra da kullanır.

Holografik olarak datanın kaydedilmesi, başta film endüstrisi olmak üzere pek çok alanda gerçekleşmektedir; Meselâ, binlerce film çok küçük bir hologram diskine kaydedilmek suretiyle tek bir disk üzerinden seyredilebilmektedir. Bilgisayar dünyasında ise, holografik kayıt teknikleri ile hologram disklere (hologram tabakalara) kaydedilen data, isletim sisteminin kapasitesi ölçüsünde mevcut datayı desifre edip okuyabilmektedir.Tıpkı bir bilgisayar gibi beynimizde TÜM bilgi-DATA- holografik olarak kayıtlı olmasına rağmen, işletim sistemimiz kapasitesi kadar yani bizden ortaya çıkan özellikler kadarıyla o bilgiyi okuyup, deşifre etmektedir. Bu deşifre olunan bilgiler de 3 boyutlu holografik imajlar olarak, mekânsızlığı mekân, zamansızlığı zaman, yerçekimsizliği yerçekimi halinde bir illüzyona dökmektedir.

Eğer, hologramın TEK bir BÜTÜN'ün TÜM özelliklerinin her bir noktasında orijinalini yansıtması olduğunu aklımızdan çıkartmazsak, bence bu bizi başka bir noktaya yöneltebilir:

Kuantum fizikçilerinin sorguladığı evrenin hakikâti ve dolayısıyla bizim hakikâtimiz noktasına Kuantum teorileri, objelerin belirli bir pozisyonu ve hızının olmadığı ve onun yerine olasılık dalgalarının olduğundan bahsetmektedirler. Yani kuantum noktasından bakıldığında herşey sabit bir akışı olan sanal parçalardan ibârettir ve bu sanal parçaların bir mekânı olmadığı için de algılayana göre her an var olup ve yok olmaktadır.

Ancak, 5 duyu algılama araçları ile koşullanmış ve sınırlanmış olan bizler, tabii ki beynimizdeki eşsiz ve sınırsız kapasiteden bihaber, sınırlı bir alanı "Tüm" kabul edip, o çerçevede algıladığımız ve bize göre gerçek, hakikâtte sanal olanı deşifre etmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de TEK'in bizde yansımasının bizim dışımızda yani beynimizin dışında 3 boyutlu holografik imajlar şeklinde olduğunu düşünüyoruz!!!. Hakikâtte ise, tek DATA ve o DATA'nın kendisinden kendisine seyrettiği bir TEK FİLM vardır ve hattâ bu DATA gibi sayısız DATA'lar, sayısız filmlerle her bir karede her an kendini yansıtmasıdır.

Aylin Er

edit post

Mevlâna'dan Jung'a

Posted on 21:34, under

Rekabet, dışsal hedefler ve hırs bir insanın aynasındaki buğu gibidir. Kızgınlık, nefret ve kıskançlık kişiyi kendine yabancılaştırır, kişi artık kendini tanıyamaz, kendi iç dünyasına dönemez olur.

ABD'de George Washington Tıp Fakültesi eski öğretim üyelerinden Reza Arasteh, Sufizm'in bir yeniden doğuş sanatı olduğunu söylüyor. Bir kişinin kendi doğallığını yeniden kazanma süreci ise hayata, kozmik yasalara uyum sağlayabilme fırsatıdır. Hemen bu girişte Maşuk ile Maksud'dan söz etmek gerek. Maşuk aşık olan kişi, Maksud ise aşık olunandır. Sufiler de tarih boyunca bu ikiliyi değişik anekdotlarla anlatmaya çalışmışlar, Mevlana da pek çok eserinde kendini bu aşkla özdeşleştirmeyi denemiştir. Aslına bakarsanız, bu aşk filmlerdeki aşka pek benzemez. Bu yücelme durumu kişinin yaratıcısıyla girdiği bir aşktır. Mevlana'nın Mesnevi'sinde bu konuyu çok güzel örnekleyen bir bölüm var (Kaynak: "Sufi Psikolojisi", Kemal Sayar). Hikayeye göre, bir grup Rum ve bir grup Çinli ressam en iyi sanatçıların kendileri olduklarını iddia ediyorlarmış, derken Sultan her iki tarafı da sınava sokmuş. Birbirine açılan, fakat bir perdeyle ayrılmış iki odada çalışmaya başlamışlar. Rumlar çeşit çeşit boyayı kullanarak resim yaparlarken Çinliler zamanlarını duvarı, bir ayna gibi parlayana kadar temizlemek ve cilalamakla geçirmişler. Daha sonra Sultan, Rumlar perdeyi kaldırınca aklını başından alan güzel bir resimle karşılaşmış. Ancak Çinliler de perdelerini kaldırmış ve Rumların karşı duvardaki resmi aynaya benzettikleri duvardaki yansıması çok daha güzel görünmüş, Sultan'ın gözleri kamaşmış. Bu hikayede cilalı duvar hırstan ve mükemmeliyetçilikten ve önyargının pasından arınmış olan Sufilerin kalbini temsil eder. Mevlana'nın deyişine göre ruh karanlıktayken, kişi aklının fenerine ihtiyaç duyar ve aklına göre hareket eder ancak eğer ruh zaten aydınlanmışsa, o aklın fenerini aramaz.

"Astrolojiyi farkındalık sanatı olarak görmeliyiz"
Bu yönde düşününce aslında rekabet, dışsal hedefler ve hırs bir insanın aynasındaki buğu gibidir. Kızgınlık, nefret ve kıskançlık kişiyi kendine yabancılaştırır, kişi artık kendini tanıyamaz, kendi iç dünyasına dönemez olur. Arayış içinde olanlar ise, seven ve sevilen ilişkisi içinde, adım adım, özellikle kendilerine yol gösteren bir kılavuz eşliğinde, ki örneğin Mevlana-Şems ilişkisi böyle bir beraberliktir, bir hayat yolculuğuna çıkarlar. Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, sufizm yolunda bireyleşme iki şekilde olur. Bunlarda ilki nefisten, sosyal benlikten, hırslardan kurtulmak, egoyu bırakmak olan fena hali, bunu tamamlayan diğeri ise Beka halidir. Beka evrensel benlikle birleşme, kendi bütünlüğünü kazanmadır. Ne kadar ilginç ki, yüzyıllar öncesinden gelen bu bilgelik, 20. yüzyılda İsviçreli psikanalist Carl Jung'un da disiplini içinde yer almaktaydı. Freud'un sadece cinsel dürtülere dayalı modelini reddeden Jung, kendi psikolojisini bireyselleşme ve bütünleşme süreci üzerine kurmuştur. Astroloji ile de yakın bağlar kuran Jung, astrolojik haritanın insanın kendini (self) bütünleştirme aracı gibi değerlendirir. İnsanoğlunun kolektif bilincinde yer alan tüm arketipler astrolojik harita içinde gezegenler ve burçlar olarak yer almaktadır. Sufizm ise tarihten gelen bu birikimi günümüzde, insan psikolojisini sağaltma, ruhu aydınlatma yönünde kullanabiliyor. Mevlana yine şöyle diyor (Fihi ma Fih) "Herkes kendi konfor ve keyfinin peşinde koştuğu şeyde yattığına inanır. Yine de ardına düştüğü nesne ile tatmin olmaz ve geri döner. Bir süre sonra aslında zevk ve rahat peşinde olmadığını söyler, yeni bir şeyler arar ama tekrar hayal kırıklığına uğrar, böylece sürer gider."

Astrolojiyi bir farkındalık sanatı olarak görmek durumundayız. Ancak bu farkındalık sayesinde rolümüzü daha iyi anlayabilir ve kılavuzumuza eşlik edebiliriz. Kişi eninde sonunda aşığına geri döner.

Hakan Kırkoğlu

edit post

Madde

Posted on 21:29, under

Ergun Candan, ilgiyle karşılanan "Gizli Sırlar Öğretisi" isimli kitabında şöyle diyor:

"... İçine girmekte olduğumuz yeni çağın en büyük özelliği, özü bakımından, tecrit ve ayrılığın, yerini ahenge ve birliğe terk ettiği şuur değişikliği çağı olmasıdır..."

Görüldüğü üzere Sn.Candan tarafından yeni olarak tanımlanan, ama pek de yeni olmayan ve her an süregiden bu durumu, belki bizler yeni yeni fark edebilmenin heyecanı içindeyiz.

Konuya yaklaşım sağlamaya neden olan şuur değişikliği ise, insanın özgür iradesinin, kendini sınırlayan şeylerden kurtulması ile mümkün olabilir. Dolayısıyla bu öz şuura ulaşan katmanları analiz etmek herhalde mantıklı olacaktır... Bu yolda karşımıza çıkan ilk obje maddedir.

Gerçekte madde var mıdır?
Maddeyi mutlaklaştıran şartlar nelerdir?
Maddeyi, enerjinin yoğunlaşmış hali olarak tanımlarken; "insanın beş duyusu ile algılayabildiği ve duyu araçlarına göre var olan yapı" şeklinde tarif edebiliriz. Maddenin karşıtı gibi görünen, bitip tükenmek bilmeyen enerji denilen yapı, beş duyunun tespit ettiği veya edemediği her şeyin orijinidir. İnsan beyni, beş duyu sınırlarıyla kayıtlı algılama kapasitesine göre, gözüyle gördüğü ve dokunabildiği şeyleri madde olarak kabul eder. Oysa algılanan boyutların ötesinde sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız canlı türleri mevcuttur. Her canlının da bulunduğu boyut itibariyle kendisine özgü bir madde dünyası vardır. Onlara göre madde olan alemler, bizim beş duyu sınırlarımızın ötesinde kaldığı için "yok" hükmündedir. Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanır, tamamen GÖREseldir.

"GÖRESEL KAVRAM" ların ise gerçekte bir değeri yoktur. Yani "madde" olarak isimlendirilen şey, aslında değişik frekanslardaki mikrodalga ışınımlardan ibarettir. Mutlak Evren, özü itibariyle SALT ENERJİ , tek ve tümel BİLİNÇ'tir. MADDESEL EVREN, değişik frekanslarda yoğunlaşmış ışık ve dalga boyutudur.

Madde planında görülen değişikliğin temeli "metafizikte daimi enerji dönüşümü" olarak tanımlanan ve bir kural olarak kabul edilen yüksek frekanslı enerjilerin; düşük yani mikro düzeydeki titreşimleri, enerjileri dönüşüme uğratmasıdır. Biz bu anlam-manâ yüklü dönüşümleri astrolojik tesirler adıyla-vasıtasıyla algılıyoruz.( Astroloji bilimini analiz etmeden inkâr eden ve bu bilimi falcılık olarak kabul edenlere duyurulur.)

Einstein, bu görüşü daha açık bir şekilde şöyle izah ediyor: " Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut olan bir şey değildir. Bizim mekânda idrak ettiğimiz şeyler aslında mevcudatın öz yapısından dış yapısına, yahut dış yapısından öz yapısına doğru dizilme içinde bir bütündür; ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre kıyaslama metodundan başka bir şey değildir..."

Temelde her bireyde olması gereken bu bakış açısı ile, madde diye tanımlanan bir alemin olmadığı kesinlik kazanıyor. Ancak, duyu araçlarının beyin datasına madde aleminin varolduğu yolunda birtakım mesajlar iletmesiyle ister istemez var kabul ediliyor. Bu bakış açısını oluşturan başlıca etmen, görme aracıdır. Halbuki, gördüğümüz herhangi bir nesne, orijini itibariyle atomlardan oluşmuş bir kütledir. Bu kütleyi bir milyar kez büyütme kapasitesi olan bir mikroskobun lâmına koyarak bakarsak, salt atomları görürüz. Demek ki biz, atomlardan müteşekkil bir yapıyı duyu organlarımız sayesinde madde olarak kabul etmekteyiz. Ve sonuçta, atomik kütle de analiz edildiğinde, yerini Enerjiye- Mutlak Şuur'a bırakacaktır...

Örneğin bunu; buzun aslının kar, karın su, suyun buhar olması şeklinde düşünelim. Şayet buz kendi aslına yönelmez, bilmek istemezse, kendini "buz" olarak tanımlar ve buz olarak kalır. İnsan da kendini sadece et-kemik yapı yani bir beden olarak kabullenirse, kendini aynada gördüğü suret olarak düşünür. Bu hali ile, Hz. Resulullah'ın deyimiyle sonsuza dek yaşayıp gider. Söz konusu bu durum yine O'nun tarafından "uykuda olma" şeklinde tasvir edilmiştir.

Asırlar boyu mabetlerde, tapınaklarda insanoğluna verilen öğreti, onun şekilcilikten yakasını sıyırması, kendini bu uyku halinden kurtarabilmesi içindir. Ancak, belirli aşamalardan sonra insanoğlunun ruhun ve özün kıpırtılarını duyması mümkün olur. Tabi, bu bir bakıma, istek ve arzuların frenlenebilmesi, fedakârlıkların sıklaşması anlamına geliyor. Gün geçtikce bunu daha iyi fark edebiliyoruz.

Ahmet F. Yüksel

edit post

Okyanusu Aşan Kelebeğin Mektubu

Posted on 21:19, under

İster dövüşüp ister konuşalım
Ama önce tartışalım.
Kanatlarım bir gramın yedide biridir,
Okyanusun en hafif rüzgarlarıysa tayfundan daha iridir
“Hey dalgalar haydi yarışalım” deyip başlamıştık.
Bu yolun dönüşü yoktu artık.
Ben rüzgarı tanıyordum, gücünü biliyordum havanın
Mağrur deniz ise kelebeklerin kudretinden bihaberdi inanın
Fırtınalar mı?
Adamı güldürmeyin!
Farkında bile değillerdi gramın yedi binde birinin, yani ellerimin.
Haksız da sayılmazlardı hani,
Kesiti. Yedi bin bölü yedi bin desimetreydi
Ki, kanatlarım gözyaşından şeffaf, ruhtan inceydi.
Tüm bu bilgileri nereden mi aldım?
İşin doğrusu kimyager Alfred’in oğlu Jan’ın günlüğünden çaldım.
Babası kelebeklerin uzun, çok uzun süren yolculuklarında
Tülsü yapılarının nasıl olup da
Sağnak Yağmurlar ve deli rüzgarla
Nasıl eriyip dağılmadığını merak eden aydın bir baba.
Jan günlüğüne onun bulgularını aktarmış.
Benimle uçan filo, dört Nisan sabahı Florida’dan havalanıp
Dokuz Eylül’de Portekiz’e varmış.
Demek ki, altı ayda ayak basmışız, yeniden karaya
“Hangi güçle?” mi diyorsun?
Güç Rabb’imizin efendim, o acır fukaraya.

Çok Özel
Not:
Kelebeklerin uçarak Atlantik Okyanusu’nu geçtikleri meselesi bilimsel bir vaka olmanın ötesinde, insanların tevbeye yönelmesinden başka hiçbir toplumsal yahut bireysel çıkış noktamızın kalmadığını gösteren bir kanıttır! Böylesine inanılmaz bilimsel bir keşif nasıl olur da insanı allak bullak etmez ve kendini gözden geçirmeye sevk etmez.

Ey korkak ve korkularından ötürü pişmanlık duymayan değerli muhatabım?

Prof. Mustafa ERDOĞAN

edit post
Gregg Braden son günlerde Amerika eyaletlerini ve medyayı gezerek Dünya’nın Foton Kuşağı’ndan geçtiğine ve Dünya’nın ratasyonunun yavaşladığına dair bilimsel kanıtlarını anlatıyor. Aynı zamanda Dünya’nın rezonans frekansında bir artış bulunmaktadır. (Schumann Rezonansı) Dünya dönüşünü durdurduğunda ve rezonans frekansı 13’e ulaştığında sıfır noktası manyetik alanında olacağız. Dünya durduktan sonra 2 ya da 3 gün içinde ters yöne doğru tekrar dönmeye başlayacak. Bu durum Dünya’nın etrafındaki manyetik alan içinde ters yönde ani bir değişikliğe sebep olacak.

Jeofiziksel Durum #1: Dünya’nın Yükselen Temel Frekansı

Dünya’nın zemin temel frekansı, ya da “kalp atışı” (Schumann Rezonansı, SR, olarak adlandırılır) hızla artmaktadır. Coğrafi bölgelere göre değişk
enlik göstermesine rağmen, onlarca yıldır toplam ölçüm 7.8 devir / saniye’yi göstermekteydi. Bu değerin sabit olduğu düşünülüyordu ve global askeri haberleşme sistemi bu frekans üzerine geliştirilmişti. Son rapolar oranın 11 devire ulaştığını ve yükselmeye devam ettiğini söylüyor. Bilim bu oranın neden yükseldiğini ya da yükselişe neden olanın ne olduğunu bilemiyor. Gregg Braden verileri bu konu üzerinde çalışan Norveçli ve Rus araştırmacılardan aldı; Amerika’da çok geniş çapta raporlama yapılmıyor. (SR üzerine tek referans hava ile ilgili ve sadece Seattle Kütüphanesinde referans bölümünde bulunmaktadır. Bilim SR’yi sıcaklık değişkenlerinin ve dünya çapında hava durumlarının hassas göstergesi olarak kabul etmektedir. Braden değişen SR’nin son zamanlardaki şiddetli fırtınaların, sellerin ve havanın bir faktörü olduğuna inanıyor.)

Jeofiziksel Durum #2: Dünya’nın Azalan Manyetik Alanı

Bir yandan dünyanın “pulse” oranı yükselirken d
iğer yandan manyetik alan kuvveti azalmaktadır. New Mexico Üniversitesi Profesörü Bannerjee’ye göre, son 4000 yıl içinde manyetik alan yoğunluğunun yarısı kaybetti. Manyetik alan kuvveti, manyetik kutupların tersine dönmesinin bir habercisi olduğu için, Prof. Bannerjee, başka bir değişimin gelmekte olduğuna inanıyor. Braden, devirsel “Yer değiştirmeler” ters dönmeyle birleşik olduğu için manyetik dönüşümün belirtisi olan dünyanın jeolojik kayıtları ayrıca tarihte daha önceki “Yer değiştirmeler”i de işaret etmektedir. Zaman ölçüsünün büyüklüğü düşünüldüğünde, bunlardan sadece bir kaç tane mevcuttur.


Schumann Rezonansı Nedir?

İster inanın, ister inanmayın, Dünya dev bir elektrik devresi gibi davranmaktadır. Aslında atmosfer zayıf bir iletkendir ve eğer hiçbir şarj kaynağı olmasaydı varolan elektrik yükü yaklaşık 10 dakika içinde dağılırdı. Dünya’nın yüzeyi ve iyonosferin iç kısmı arasında 55km’lik bir boşluk bulunmaktadır. Herhangi bir anda bu boşluk içindeki toplam yük 500,000 Clombtur. Yeryüzü ile iyonosfer arasında 1-3x10-12 Amper / m2’lik bir dikey akım akışı vardır. Atmosferin rezistansı (direnci) 200 Ohm’dur. Potansiyel voltaj 200,000 Volt’tur. Dünya çapında herhangi bir anda yaklaşık 1000 şimşek çakmaktadır. Bunların her b
iri 0,5 ila 1 Amper üretmektedir ve Dünya’nın elektromanyetik boşluğundaki akım akışının ölçümü için hesaplanmaktadır.

Schumann Rezonansları bu boşlukta varolan ve aralarında az da olsa benzerlik gösteren elektromanyetik dalgalardır. Yaydaki dalgaların da olduğu gibi, her zaman mevcut değildirler, fakat incelenebilirliğin olması için reaktif olmak zo
rundadırlar. Dünyanın içsel faktörleri, kabuk ya da çekirdek tarafından oluşturulmamaktadır. Atmosferdeki elektriksel faaliyetlere ait gibi görünmekteler, özellikle şiddetli şimşek faliyetlerinin oluştuğu zamanlarda. 6 ila 50 devir / saniye arasındaki frekans değerlerinde meydana gelmektedir; özellikle 7.8, 14, 20, 26, 33, 39 ve 45 Hertz’de, +/-0.5 Hertz’lik varyasyon ile. Sonuç olarak Dünya’nın elektromanyetik alan özellikleri aynı kalırsa bu frekanslarda aynı kalır. Tahminen Dünya’nın iyonosferi, Güneşin 11 yıllık macula? devrinin sonucunda bu duruma cevaben değişime uğramaktadır. Çoğunlukla SR 2000 ile 2200 birim zaman aralığında daha kolay görülebilmektedir.

Atmosferin bir yük, bir akım ve bir voltaj taşıdığı göz önünde bulundurulursa böylesine elektromanyetik dalgaların bulunması hiç de şaşırtıcı değil. Dünyadaki bu boşluğun rezonans özellikleri ilk defa 1952 ve 1957 yılları arasında Al
man fizikçi W. O. Schumann tarafından ortaya atılmış ve 1957 yılında Schumann ve König tarafından kanıtlanmıştır. Bu fenomenin ilk spiritüel tasviri 1960 yılında Balser ve Wagner tarafından hazırlanmıştır. Son 20 yıl içindeki incelemeler, denizaltılarıyla Ekstrem Düşük Frekanslı haberleşme araştırmalarını yürüten Deniz Kuvvetleri Bölümü tarafından yönetilmektedir.

Daha fazla bilgi için: “Handbook of Atmospheric Electrodynamics, vol. 1”, Hans Volland, 1995, CRC Press. 2. Bölüm tamamıyla Schumann Rezonansları üzerinedir ve Davis Campbell tarafından yazılmıştır. (Geophysical Institute, University of Alaska, Fairbanks AK, 99775) Ayrıca bu araştırmanın tarihçesi ve geniş bir bibliografisi de bulunmaktadır.


MUHTEMEL SONUÇLAR

1. Sıfır noktasına yaklaştığımızda zaman hızlanmış olarak tezahür edecek. Buna göre 24 saatlik zaman dilimi, 16 ya da daha az saatte yaşanmış olacak. Binlerce yıldır SR’nın 7.8 devirde olduğunu, fakat 1980 yılından beri artmakta olduğunu hatırlayın. Bugün bu değer yaklaşık 12 devirdir. Ve 13 devire ulaştığında duracak.

2. Sıfır noktası ya da Çağların Değişimi, kadim insanlar tarafından binlerce yıl önce bildirilmişti. Bir çok değişimler meydana gelmiştir; her 26000 yıllık Ekinoks geçişi sürecinin yarısı olan 13000 yılda bir.

3. Sıfır Noktası ya da manyetik kutupların ters dönü
şü muhtemelen yakında, birkaç yıl içinde, belki de her 20 yılda bir 12 Ağustos tarihinde gerçekleşen Dünyanın dört devir bioritmi ile eşzamanlı olarak gerçekleşecek.

4. Sıfır Noktasından sonra Güneşin batıdan doğup, doğudan batacağı da söylenmektedir. Bunun daha önce gerçekleştiğine dair çok eski kayıtlar bulunmaktadır.

5. İlginçtir ki Yeni Dünya Düzeninin 2003 yılında hayata geçeceği planlanmıştır. Bu, bir çok etkene ve gündeme bağlı olarak olabilir de olmayabilir de. Fakat merkezde kalın ve sezgilerinizi takip edin.

6. Sıfır Noktası değişimi muhtemelen bizi 4. boyuta s
okacak. Burada, düşündüğümüz ve istediğimiz her şey hemen tezahür edecek. Bu Sevgi’yi ve Korku’yu içermektedir. NİYETİMİZ en yüksek öneme sahip olacak.

7. Bildiğimiz bir çok teknoloji işlemez hale gelecek. İstisnalar Sıfır Noktası ya da serbest enerjiye dayalı olan teknolojiler olabilir.

8. Sıfır Noktasına yaklaştıkça fiziksel bedenlerimiz değişmektedir. DNA’larımız 12 sarmallı yapıya yükseltilmekte. Yeni bir ışık beden yaratılmakta. Daha sezgisel bir hale bürünüyoruz.

9. Maya Takvimi şu anda gerçekleşmekte olan
bütün değişimleri önceden bildirmiştir. Buna göre biz teknolojinin ötesine doğru ilerlemekte, Doğanın ve Evrenin natürel devirlerine dönmekteyiz. 2012’de 5. Boyuta gireceğiz. (Sıfır Noktasında 4. Boyuta geçtikten sonra)

10. Bütün bu bilgiler korkutucu nitelikte değildir. Yeni Işık Çağını getirecek olan bu değişimlere hazırlanın. Paranın ve zamanın ötesine geçiş yapıyoruz; Korkuya dayalı kavramların tamamen ortadan kalkacağı...

Kaynak : 2012limitsiz.com


edit post

Telepati

Posted on 20:53, under ,

Parapsikoloji alanı dönüm noktasında. 30 yıldan uzun bir süredir yapılan yüzlerce deneyin sonucu bir araya getiriliyor ve yeniden değerlendiriliyor. Ancak, araştırmacılar sonuçlar üstünde henüz fikir birliğine varamadılar...

Bilim insanları, beynin ancakyüzde 10'unun kullanıldığını söylüyorlardı. Ancak, günümüzde bu iddia aşılmış durumda.Düşünceleri kullanarak iletişim kurmak mümkün mü? Telepati konusu, yüz yılı aşkın bir süredir bilim dünyasını ikiye bölmüş durumda. Kimilerine göre, bu tür zihinsel güçlere sahip olabileceğimiz fikri dahi gülünç. Kimilerine göre ise, telepatinin gerçekliğinin tartışılması bile gereksiz. Bu iki uç noktanın arasında yer alan parapsikologlar, telepati konusunu ciddiye alan, kanıtlar bulmak için deneyler yapan bilim insanları.

1970'li yıllardan itibaren, dünyanın önde gelen üniversiteleriyle araştırma enstitülerinde çalışan parapsikologlar, çeşitli iddialar ortaya attılar ve iddialarını ciddi bilimsel çalışmalarda test etmeye başladılar. Testlerin sonuçları ise, konu üstünde çalışan bilim insanlarını bile fikir ayrılığına düşürecek nitelikte. Bazı araştırmacılar, elde edilen sonuçları telepatinin varlığını kanıtlamak için yeterli buluyor. Bazıları da, araştırma sonuçlarının geçerli bilimsel kanıtlar sunamadığını söylüyorlar. İşte bu yüzden, bir bilim dalı olarak parapsikolojinin sonunun yaklaştığı iddia ediliyor.

Parapsikoloji alanı bir dönüm noktasında. İnsan bilincinin anlaşılması ile ilgili büyük bir gelişmenin eşiğinde olduğumuz söyleniyor. Öte yandan, konuya kuşkuyla yaklaşanlar haklılarsa, parapsikoloji düşüşe geçmek üzere. Kuşku duyanların ve savunanların uzlaştıkları tek bir alan var: Bugüne dek en geçerli kanıtların elde edildiği "ganzfeld" deneyleri. Sözcük, Almanca'da "tüm alan" anlamına geliyor.

1970'li yılların ortalarında, meditasyon yapan insanların telepatik deneyimleriyle ilgili raporlar, zihinsel konularda araştırma yapan bilim insanlarının merakını uyandırmıştı. Raporlar, telepatinin insanlar arasında iletişim sağlayan sinyaller içerebileceği düşüncesini doğurdu.

Sinyallerin normal beyinsel çalışma ile algılanamayacak kadar belirsiz olduğu, meditasyon gibi çalışmaların ise algılanmalarını kolaylaştırabileceği düşünülüyordu. Bu düşünce, ışık, ses ve sıcaklığı kapsayan bir "tüm alan"da rahatlayan insanlar üstünde deneyler yapılmasına yol açtı. Deneylerden sonra "ganzfeld", telepatinin test edilmesinde en popüler yöntem haline geldi.

Ganzfeld deneylerinde, katılımcılar, özel olarak yalıtılmış bir odada 45 dakika boyunca yumuşak bir koltukta oturup, kulaklıkla rahatlatıcı sesler dinliyorlar. Bu sırada, gözlerinde yalnızca yumuşak pembe ışık geçiren filtreler bulunuyor.

Kaynak : Focus Popüler Bilim ve Kültür Dergisi

edit post

Ses ve Görüntü

Posted on 20:48, under ,

Beyinde ses ve görüntülerin aynı sinir hücresi koduna sahip olduğu ortaya çıktı.

Montreal Üniversitesi ve Montreal Nöroloji Enstitüsü'nden bilim adamlarının yaptığı araştırma, beyinde aynı sinir hücresi kodunun söz ve müzik gibi farklı sesler ile görüntüleri nasıl ayırdığını gösterdi.

Bilim adamları, beynin farklı müzik aletlerinin sesini, konuşmadaki kelimeleri ve çevredeki sesleri nasıl algıladığını anlamak üzere 3 saat katılımcılar üzerinde fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) sistemini kullandı.

Araştırmaya imza atanlardan Marc Schonwiesner, beynin sesleri ve farklı görüntüleri kodlamak için aynı yöntemi kullandığını belirtti. Schonwiesner, kişinin aynı nesneye ait sesi ve görüntüleri daha kolay birleştirdiğini de ifade etti.

İkinci aşamada, beynin rock parçasındaki davul ile bir senfonideki çalgıların sesi veya Fransızca ya da İngilizce bir konuşma arasındaki farkı nasıl "bulduğu" araştırılacak.

Bilim adamları, onlarca yıllık çalışma gerekse de bu aşamanın da tamamlanmasıyla bir gün fMRI'nin okunmasıyla kişinin duyduğu şarkının yeniden "yazılabileceği" ve ardından uykudaki beyin faaliyetlerinin kaydedilerek, rüyaların "resmedilebileceği" umudunu taşıyor.

Araştırma Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisi ve Fransız Le Nouvel Observateur dergisinin internet sitesinde yayımlandı.

Kaynak : CNN

edit post
İnsanın gen haritasının çıkarılması yarışının tartışmalı DNA araştırmacısı Amerikalı Craig Venter, laboratuvarda bulunan kimyasal malzemelerden sentetik bir kromozom ürettiklerini ve dünyanın ilk yapay yaşam biçimini açıklamaya hazırlandıklarını bildirdi.

İngiliz The Guardian gazetesinin haberine göre, Amerikalı araştırmacı, tasarım ürünü genlerin geliştirilmesinde büyük bir adım olarak kabul edilecek ilk yapay yaşam biçimini pazartesi günü ABD'nin San Diego kentinde düzenlenecek bilimsel toplantıda kamuoyuna açıklayacak.

Yeni türlerin yaratılmasında etik kurallar ve yeni enerji kaynakları veya küresel ısınma ile mücadelede yeni teknikler sağlaması konusunda tartışma yaratması beklenen buluşu anlatan Venter, "Bu kendi türümüzün tarihinde çok önemli felsefi bir adım. Genetik şifrelerimizi okumaktan bunu yazmaya doğru gidiyoruz. Bu bize varsayımsal olarak daha önce hiç düşünülmeyen şeyleri bile yapabilme olanağı sağlayacak" diye konuştu.

Kaynak : AA

edit post
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Her Şeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir "hiper uzay"ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde, paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.

Diğer boyutlar, yuvarlanmış küçük küreler şeklinde uzay-zamanın bütün noktalarında yer alıyor. Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da, bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır.

İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik Bilimleri Merkezi'nde profesör olarak görev yapıyor. "Amyotrofik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı ned
eniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığıyla iletişim kuruyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi"sinin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.

Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti.

Bu, sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın
bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum" dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?

Uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan "solucan delikler"in zaman yolculuğunu mümkün kılabileceği düşünülüyor. Genç iş adamı, her pazar sabahı eşiyle birlikte tenis oynuyordu. O gün de, bütün diğer pazar sabahları gibiydi. Daha farklı geçeceğini gösteren en ufak bir belirti yoktu. Ancak, bir süre sonra iş adamı oyunu savsaklamaya başladı. Servis atışları hep fileye takılıyordu. Konsantrasyonu tamamen dağılmıştı. Huzursuzluğu giderek arttı. Birden aklına annesi geldi ve bu düşünceyi bir türlü kafasından silemedi. Eve döndüklerinde telefonları çaldı, arayan babasıydı. Öğlene kadar her yerde onu aramıştı. Annesi bir kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. İş adamının konsantrasyonu, bu olayı sezinlediği için mi dağılmıştı? Peki nasıl sezmişti bunu? Böyle bir olaya, şimdiye kadar sadece parapsikoloji uzmanları açıklama getiriyorlardı. Bilim adamları, ciddiyetsizlikle suçlanmamak için böyle konuların üstünde durmamayı tercih ettiler.

Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Yani, tenis kortundaki olayları şöyle açıklayabiliriz: Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.

İş adamı, annesinin geçirdiği kalp krizini telefonla öğrenmediğine göre, dolaylı yollardan öğrendi; yani eşizlerinden biri aracılığıyla.

Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hiçbir n
eden ya da bulgu olmadığı halde neden bazen korkuya kapılıyoruz? Eşizlerimiz o anda bu korkuları yaşadıkları için mi? Neden bazı insanlarla ilk kez tanıştığımız halde, sanki onu uzun süredir tanıyormuşuz duygusuna kapılıyoruz? Başka bir dünyada onu uzun süredir tanıdığımız için mi? Ya ilk bakışta aşk? Aslında böyle bir şey belki de yok ve her şey başka bir evrende yaşanan bir aşkın o an için hissedilmesinden ibaret. Gerçekten de, bir bilimkurgu senaryosuna benziyor. Stephen Hawking, bu fantastik fikre nasıl ulaşmıştı acaba?

Bilim adamı, böyle bir evren teorisine nasıl ulaştığını, "Ceviz Kabuğundaki Evren" adını verdiği son kitabında açıklamış.

Bu adı verirken İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in "Hamlet"inden esinlenmiş. Eserde Hamlet, "Ey Tanrım, ceviz kabuğunun içine hapsolsam da, kendimi bütün âlemlerin kralı gibi görebilirdim, keşke şu kötü rüyalarım olmasaydı..." diyordu. Hamlet'in bu derin iç çekişi, sanki düşünür Hawking'i tarif ediyor.

Hastalığı onu, ceviz kabuğu olarak nitelendirilebilecek hareketsiz vücudunun içine hapsetmiş. Ancak, o aklıyla, sonsuzluğa, yani evrene hakim olmak istiyor. Hawking, Hamlet'in sözlerini şöyle yorumluyor; bütün fiziksel engellere karşın, sadece beynimizin gücüyle uzayı araştırabilir ve teknik açıdan ul
aşılması mümkün olmasa da, teorik olarak, ilginç bölgelerin kapılarını aralayabiliriz.

Hawking'in geliştirdiği formül, makroskobik evreni ve temel parçacıkların mikroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük Patlama" ve onunla birlikte zaman ve uz
ay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor?

Bugün 59 yaşında olan fizi
kçi, bazı basın organları tarafından Albert Einstein ile bir tutuluyor. Ancak birçok meslektaşı, bu karşılaştırmanın Einstein için bir haksızlık olduğunu belirtiyor. Ne de olsa bilim adamı, evreni açıklamaya yönelik geliştirdiği "görelilik teorisi"yle, tam bir devrim yaratmıştı. Ama Hawking yeni bir teori kurmamış, Einstein'ın kuramını temel alan bir teori geliştirmişti.

Bilim olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nas
ıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışın da dahil hiçbir şey çekim alanından kurtulamıyor. Fizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking, çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikâyesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.

Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının bu patlama sonucu ortaya çıkıp çı
kmadığını uzun süre tartıştılar.Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'ın 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.

Newton'ın teorisi, Albert Einstein tarafından geliştirilen "Genel Görelilik Teorisi"yle geçerliğini kaybetti. Yeni teori, zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünüyordu.

Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzay-zamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uz
aydaki hareketini belirliyor. Önce Roger Penrose, sonra da Hawking, 1969'da Büyük Patlama'nın gerçek olduğunu ispatladıktan sonra, çekim kuvvetine dayalı teoriyi daha da geliştirdiler.

Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklük
te bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi.

Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu: elektromanyetik kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor), "güçlü kuvvet" (atom çekirdeğini bir arada tutuyor) ve "zayıf kuvvet" (radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)... Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan kütle çekimi, bir türlü "Her Şeyin Teorisi" ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir nok-tada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "tekillik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri
, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başaramıyorlardı.

"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında, ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.

80'li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwarz ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atomaltı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10 (üzeri -33) santimetre uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinenler arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekiminin kuvantum teorisi"ni geliştirdi.

Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adını verdi ve daha da kısaltarak "bran" olarak kullandı. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.

Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir
yumak, evrenin her noktasında mevcut.

MTeorisi'ne göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğu-yor.

Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.

Bilim adamı, süre
kli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz?

Hawking'e göre bu soruların yanıtı evet!

Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız.

Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunuyor.

Dünyamız eğer bir hologram ise, bütün bilgiler, yine Dünya'nın her yerinde ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kâhinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır.

Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.

Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor. Fizikçi, bilimkurgu dizisi "Star Trek"e, konuk sanatçı olarak katıldığı bölümünde, Isaac Newton ve Albert Einstein ile poker oynamış, Marylin Monroe da dizinde oturarak ona şans dilemişti. Bilim adamı "Her türlü hikâye gerçek olabilir; bir evrende Marylin Monroe, diğer evrende de Kleopatra ile evli olabilirim. Böyle olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Keşke olsaydı, o zaman poker oyununda çok para kazanabilirdim" diyor.

Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.

Kaynak : Focus Popüler Bilim ve Kültür Dergisi

edit post
Atom parçacığının yönünü ve hızını 43 saniye önceden gören ve geliştiren Hollandalı fizikçi, kaderin varlığını bilimsel olarak ispatladığını savunarak bilim dünyasını sarstı.

Restoranda yemeğinizi bitirdikten sonra genelde bir garson yanınıza gelir ve “Tatlı veya çay alır mısınız?” diye sorar. Bir süre düşündükten sonra kararınızı verirsiniz. Diyelim ki böyle bir durumda çay içmeyi seçtiniz. Bunu özgür iradenizle mi yaptınız ya da zaten kaderinizde o çayı içeceğiniz yazıyor muydu?

İşte bu ve benzeri sorular, modern insanın varoluşundan bu yana gündeme geliyor. Din adamları, siyaset bilimciler ve davranış uzmanları; yüzyıllardır “insanın davranışlarını kader mi yoksa, özgür iradenin mi belirlediğini” tartışıyor. Semavi dinler elbette kader kavramının varlığına işaret edip evrendeki tüm varlıkların kontrolünün Tanrı’ya ait olduğunu vurguluyor. Bilim dünyası ise somut olarak ispatlanamadığı için kadere şüpheyle yaklaşıyor.

Karşıtlarının teorisini çürüttü
Örneğin 1926′da kuantum fizikçisi Werner Heisenberg belirsizlik ilkesini ortaya atarak, “Evrendeki bir atomun yerini ve hareketliliğini aynı anda bilmek imkansızdır” dedi. Bu özetle şu anlama geliyordu; “Eğer aynı anda bir atomun konumu ve hareketleri ölçülemiyorsa, bu atomun gelecekte nerede olacağı ve nasıl hareket edeceği bilinemez.” Yani Heisenberg’e göre atomlardan oluşan kainattaki nesnelerin hareketleri önceden belli değilse, o zaman kader kavramı da bilimsel verilerle açıklanamaz. Ancak Nobel ödüllü Gerard Hooft’un geçtiğimiz günlerde sonuçlandırdığı 10 yıllık araştırma, kader kavramına karşı çıkan bilim adamlarının dayanak gösterdiği teoriyi çürüttü.

Bilim dünyası yankılandı
New Scientist dergisine kapak olan araştırma kapsamında Professor Gerard t Hooft, “Bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini” aynı anda tespit etme olanağı sağlayan bir geliştirdi. Hooft, bir atomun 43 saniye sonra nasıl hareket edeceğini önceden bilme kapasitesine ulaştı.

Çikolatayı yiyeceğiniz önceden belli
Araştırma bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı. New Scientist tarafından dünyanın en iyi matematikçileri arasında gösterilen John Conway ile Simon Kochen, araştırmayı “özgür irade” kavramının ölümü olarak yorumladı. Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Conway şöyle konuştu: “Eğer Hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. Bir başka deyişle özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır.”

Kochen konuyu daha basit terimlerle anlatarak, “Önünüze bir dilim çikolatalı, bir dilim çilekli kek getirildiğini düşünün. Çikolatalı keki yemeye başladığınızda, bunun kendi seçiminiz olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa ki çikolatalıyı yiyeceğiniz zaten belliydi. Biz özgür olduğumuz düşünüyoruz. Eğer Hooft’un i hatalı değilse özgürlüğümüz sınırlı bir ilüzyondan ibaret olabilir” dedi.

Princeton Üniversitesi’nin felsefe uzmanı Hans Halvorson ise “Ne olursa olsun, kader ve özgür iradeyi sadece fizikle açıklamaya kalkmak doğru olmayabilir. Özgür irade konusunda fiziğin de cevap veremeyeceği sorular var” diyerek konunun zamana bırakılması gerektiğine işaret etti.


Kaynak: Haber 7

edit post