Algı ve Boyut

Posted on 23:08, under

İnsanlar düşünce fonksiyonunu kullanabilen varlıklar olduğuna göre; Bu mekanizmanın onlarda nasıl işlediğini düşünelim...

İnsan herhangi beş duyusundan biriyle algıladığı elektriksel mesajlara bir mana takar ve bunu beyninde hangi dili kullanıyorsa o dilden bir kelimeyle özdeşleştirir. Artık bu anlam bir kelime ile etiketlenmiştir. Organizmanın karşılaştığı olaylara karşı gösterdiği tepki ise manaları doğurur ama insan beyni ne durumda olursa olsun daha önce etiketlemediği bir tepki (mana) ortaya koysada bunun kendisi için hiç bir anlamı yoktur. Fiziksel olarak tepki verir ama bu o kişiye göre yapılmış bilinçsiz bir harekettir.

Yukarıdaki paragraftan şöyle bir sonuç çıkar!
İnsan beyninde ne kadar çok kelime ile bazı tepkileri anlamlandırabiliyorsa etrafına karşı o kadar uyumlu, ve kendi bünyesinde diğer manalara açık (kolay öğrenebilme hali) durumdadır.

Boyut kavramı ise algı ile özdeştir. Bir cismi bir boyutlu algılamak demek bir özelliğiyle, iki boyutlu demek iki özelliğiyle üç boyutlu demek üç özelliği ile vs... anlamlandırmak demektir. Niçin fizikçiler evreni tanımlamak için üç boyut yetmiyormuşçasına zaman boyutunu da işin içine katarlar? Evreni anlamak için üç boyuttaki özellikler yetersiz kalmıştır daha doğru değerlendirmeyi yapabilmek için başka özelliklere de ihtiyaç vardır.

Bunu somut bir örnekle açıklarsak: bir sayfaya bir sürü anlamlı şekil çizmiş olalım ve sayfaya tam sayfa hizasından (yani iki boyuttan) baktığımızı düşünelim. Ne görürüz? Sayfa düzleminde giderken gözümüze ilk çizgilerden gelen elektriksel mesajlar... Yalnızca bir kaç çizgi algılarız. Bunun gerisinde kalan bütün çizgiler bizim algı sınırımız dışında kaldığı için yok hükmündedir. Birde sayfaya yukarıdan baktığımızı düşünelim (üç boyuttan) bütün bir görüntü ne kadar da değişti artık birkaç çizgi değil anlamlı bir sürü çizgi ve bu çizgilerin oluşturduğu anlamlı şekiller vardır. Evet boyut sayısı arttıkça anlam ve algını genişlemesi bence budur.

Aslında boyut diye bir kavramı biz algımıza göre kendimiz yaratırız. N boyutlu uzayda çalışıyoruz derken çalıştığımız sitemin N tane özelliğinden sözederiz. İnsan ise düşüncesinde bu boyutları varedebilen sonsuz boyutlu bir yapıdır.

Bu Boyutların farkında olabilmemiz dileğiyle...

M. Tamer Çakıcı

edit post

e=mc2 (tepkinin etkisi)

Posted on 22:59, under

Özel göreliliğin postulalarından en meşhuru, 1905'de Einstein'ın ortaya koyduğu kütlenin bir enerji şekli olduğudur. Einstein, kütle ile enerji arasındaki dönüşüm çarpanının c2 (ışık hızının karesi) olduğunu buldu. Bir dizi formül sonucunda bu ifadenin denklem olarak da E=mc2'ye eşit oluğunu açıkladı. Bu denklemde verilen "m" kütle "c" de ışık hızıdır.

Yeri gelmişken, kütle ile ağırlık kavramlarına kısaca bir göz atalım. Kütle ve ağırlık günlük hayatımızda çok kullandığımız iki kelimedir. Ama, teknik anlamları çok farklıdır. Kütle ; bir cismin konumu değiştirildiğinde gösterdiği dirençtir. Cismin kütlesi, onu oluşturan atom türlerine bağlıdır. Ağırlık ise ; cismin yeryüzünün veya ayın merkezine çekiliş gücüdür.

Birçoğumuz kütlenin, ağırlıkla eşanlamlı olduğunu zannederiz. Halbuki, fizikçiler kütleyi ; maddenin hareket değişikliğine karşı gösterdiği direnç olarak tanımlar.

Einstein , klasik fiziğin zaman ve mekân gibi değişmez kabul ettiği kütlenin cismin hızına bağlı olarak arttığını göstermiş, onun da göreceli olduğunu belirtmiştir. Hatta, enerjinin bir kütlesi bulunduğunu, kütlenin de enerji olduğunu göstermiştir.

Klasik fizikte kütleye değişmez ve hızdan bağımsız bir sabit olarak bakılırdı. İzafiyet fiziğinde ise; kütle değişkendir ve hıza bağımlıdır.

Bir bardak suyu ısıtırsanız, suyun sıcaklığı ve ısı miktarı değişir. Acaba ısınan bu suyun kütlesinde de bir değişiklik olur mu? Klasik fizikçiye göre , herhangi bir değişiklik olmaz. Fakat, izafiyet teorisine göre ; bir cismin enerji miktarı değişirse , kütlesi de değişir. Enerjinin kütlesi , kütlenin de enerjisi vardır. Artık enerji ve kütlenin ayrı ayrı korunum-sakınım yasaları yok, tek bir yasa vardır. " Kütle-Enerji korunum yasası"

Kütle ile enerji , kuruş ile liranın birbirinden farklı olduğu kadar farklıdır. Lirayı kuruşa , kuruşu liraya çevirebileceğimiz gibi, kütleyi enerjiye , enerjiyi de kütleye dönüştürme imkânı vardır. Gerçekten kızdırılmış bir demir parçası , soğuk bir demirden daha mı ağırdır? Evet daha ağırdır. Fakat bu ısınan miktardaki artan kütle miktarını en hassas terazide bile tartmak mümkün olmaz. Bu tıpkı milyarlık bir hesaba birkaç kuruş katmaya benzer.

Çoğumuz E= m c2 denkleminin atom bombasının gelişmesindeki payını bilir. Formül, gerçek değerlere çevrildiği zaman gözlerimiz faltaşı gibi açılacak, kütle ile enerji arasındaki ilişki çok açık bir şekilde görülecektir. Örneğin 1 kg. kömür, tümüyle enerjiye çevrilebilseydi, Türkiye'de bir yılda tüketilen toplam enerji elde edilebilirdi. 1 kg. kömürü normal şekilde yaktığımız zaman enerji elde etmiyor muyuz? Ediyoruz tabii, fakat bu tür sobada yakma işlemi basit bir kimyasal işlemden ibarettir ve yakılan kömürün çok büyük bir kısmı enerjiye dönüşmez, duman , is , kül ve gaz gibi madde olarak kalmaya devam eder.

Einstein'ın formülü yirmi yıl boyunca fantezi bir buluş olarak düşünülmüştü. Oysa o formül çekirdek enerjisinin kullanılma yolunu gösteriyordu. Nihayet, zincirleme buluşlar, deneyler, zorunluluklar, 15 temmuz 1945 yılında Meksika eyaletinin Alamorgodo çölünde eski bir çiftlik binasında iki milyar dolara mal olan ilk atom bombasını patlatmayı başardı. İnanılmaz bir şimşek, çölü ve etrafındaki dağları aydınlattı. Parlaklığı yüz Güneşe eşitti. Korkunç patlamayı, on yedi km. uzaklıktaki seyircilerin hissettikleri kuvvetli bir hava dalgası izledi. Renkli bir bulut on üç km. kadar yükselip yayıldı. Dört yüz metre çapındaki çölün ortasında kum camlaştı. Sıcaklık, yirmi milyon dereceyi bulmuştu.

1945 yılının 6 Ağustos'unda BR9 Superfortres uçağı on bin metre yükseklikten Hiroşima'ya bir atom bombası attı. 9 Ağustos'ta Nagasaki'ye bir tane daha atıldı. Yüz otuz bin ölü, yetmiş bin yaralı olmak üzere kurbanların sayısı iki yüz bine yaklaştı. Hiroşima'ya atılan 6000 gramlık bombanın patlamasıyla 1 gramlık madde kaybı olmuş, o bir gramdan ; 1021 erg (20 kiloton) enerji açığa çıkmıştır. Bu muazzam gücü ortaya çıkaran, yalnızca 1 gram maddenin enerjiye dönüşmesidir.

Verilen bu örneklerden sonra, madde dediğimiz şeyin aslında sadece enerjinin değişik bir formu olduğu gün gibi açık görülmektedir. Algıladığımız tüm gezegenler, yıldızlar ve galaksilerin aslı enerjidir. Alemlerin aslı enerjidir.

Klasik Fizik, yıldızların oluşumunu özetle şu şekilde anlatmaktadır: Galaksi içinde serbest halde bulunan gaz ve toz parçacıkları belirli bir çekim alanında toplanırlar. Toplanan parçacıklar, merkeze doğru çok yüksek bir basınç uygular, basıncın sonucunda merkezde yüksek bir sıcaklığa ulaşılır. Bu sıcaklık nükleer fizyon tepkimelerini başlatır ve yıldız oluşumu tamamlanır. Böylelikle yıldız, dışarıya ısı ve ışık yayar.

Yıldız oluşumunun bazı kademeleri belirlenmiş olsa da, gaz ve toz parçacıklarının nasıl meydana geldiği hâlâ tespit edilememektedir. Bizce bu parçacıklar uzayın belirli bölgelerinden yayılan enerjilerin yoğunlaşmış halleridir.

Ahmet F. Yüksel & Hasan Demir

edit post
Geceleyin gökyüzüne baktığımızda sayılamayacak kadar çok yıldız görür ve evrenin ne denli büyük olduğunu düşünürüz. Ama, yine de sayısal olarak ele almadan onun ihtişamını anlayamayız.

Dünya ile güneş arasındaki mesafe, 149 milyon 596 bin km. Güneş ışığı (1 sn de 300bin km.lik hızla) 8 dakikada gelmektedir. Güneşin galaksimizin merkezine olan uzaklığı 32 bin, Samanyolu'nun çapı da yüz bin ışık yılıdır. Galaksimize en yakın olan Andromeda 2.5 milyon ışık yılı uzakta. Bunun yanında bir de bizden milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki milyarlarca galaksileri düşünürsek !.. Bugün en uzak gözlemlerimiz yirmi milyar ışık yılı uzaklığındaki Kuasarlar...

Ya göremediklerimiz?..

Şu an için bilimin standart bir modeli olmamasına karşın , gözlemler, evrenin sonsuz sınırsız olup her an tüm evreni içinde barındıran noktaların patlamasıyla (Big Bang) meydana geldiğini göstermekte. Yani bu evrende varlığımız hiç üssü hiç...

Ya mikrokozmoz, onu düşünmek dahi istemeyiz.

Bu anlatılanlar,sonsuz-sınırsız evren içinde bulunan birimin dıştan içe doğru bir algılamasıdır. Şimdi de içten dışa doğru olan Holografik açıdan incelemeye çalışalım, öncelikle Hologramı açıklayalım:

Bir tek lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılmasıyla oluşur. İlk ışın,fotoğrafı çekilecek nesneden yansıtılır. Sonra, ikinci ışın, ilkinin yansıyan ışığıyla çarptırılır. Bu durumda ortaya çıkan girişim deseni,daha sonra bir film parçasına kaydedilir. Plaka üzerindeki simgenin,fotoğrafı çekilen nesneyle yakından uzaktan hiçbir benzerliği yoktur. Daha çok, havuza atılmış bir avuç çakıl taşının oluşturduğu eşmerkezli halkalara benzemektedir. Ancak, başka bir lazer ışını filmin içinden geçip onu aydınlatacak olursa,orijinal nesnenin üç boyutlu simgesi sanki somutmuş gibi şaşırtıcı bir biçimde ortaya çıkar. Fakat siz o nesneye dokunacak olsanız,eliniz havada kalacaktır, onu asla yakalayamayacak, tutamayacaksınız. Başka bir özelliği de, plakayı ne kadar parçalarsanız parçalayın,en ufak bir parça bile görüntüyü aynen vermesidir. Çünkü, plakanın her noktasında tümüne ait bilgi mevcuttur. Ya da başka bir deyişle, görüntünün her noktası,tüm görüntüyü içermektedir.

Bu kavramı beyne monte etmeye çalışalım. Elimize galaksilerin ve yıldızların üç boyutlu Hologramını gösteren bir plakayı alalım. Ve baktığımız görüntüde hiçbir değişiklik yapmadan,bir an için plakayı beynimize yerleştirelim ya da beynimiz bu plaka olsun. Göreceğimiz şey, dışımızda, haricimizde milyarlarca yıldız ve galaksilerden oluşmuş sonsuz, sınırsız bir evren yapısı...

Bu bakış açısına göre dışımızda gerçekte var olmayan bir masa sandalye, insan, dünya, güneş, gezegenle, galaksiler, tüm evren ve uzay-zaman, beynimizdeki (plakadaki) dalgasal formların (mânâların) değişerek algılattığı,somutlaştırdığ ı,var kabul ettirdiğinden ibaret olacaktır. Bunun sonucunda geçmiş,şimdi ve gelecek diye bir ayrım da olmayacaktır.

Mistiklerin yıllarca dile getiredurdukları "yaratıcı gücün ve hiçbir şeyin dışarıda aranmaması, böyle bir tanrının var olmadığı,özümüzde,kendimiz de mevcut olduğu, Cennetin ve Cehennemin İnsanı olmayıp İnsanın Cenneti ve Cehennemi olduğu" fikri bu olsa gerek...

Kenan Keskin

edit post

Fizik Sorusu

Posted on 22:12, under

Bu soru Kopenhagen'daki bir Üniversitenin fizik sınavından alınmıştır:

"Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasıl bulursunuz? Anlatınız."

Öğrencilerden birinin cevabı: "Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp sallarsınız. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla barometrenin boyunun toplamı gökdelenin yüksekliğini verecektir."

Bu oldukça orijinal cevap, hocayı çileden çıkartmaya yetti ve öğrenci dersten kaldı. Öğrenci cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve üniversite durumu çözmek için başka bir hoca gönderdi.

Bu noktada öğrenci hakkında ne düşünürdünüz? Sizin kararınız ne olurdu? Çocuk kalmalı mı geçmeli mi?

Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna, fakat kayda değer bir fizik bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere;öğrencinin en azından asgari bir temel fizik bilgisi olup olmadığını anlamak için ona altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı. Genç, ilk beş dakika, sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu.

Hoca zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç, çeşitli cevaplarının olduğunu, fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar acele etmesi tavsiye edilince şöyle cevapladı:

"İlk
olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği (H=0.5x g x t2) formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat barometre için kötü bir seçim..."

"Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz. Sonra onu bir yere dikip gölge uzunluğunu, sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu ölçebilirsiniz. Bundan sonrası basit bir orantıyı çözmek olacaktır."

"Fakat bu konuda gökbilimsel bir cevap istiyorsanız barometrenin ucuna bir sicim bağlayıp onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz; önce yer seviyesinde daha sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği T=2pikarekvk (I/g)formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz."

"Yahut da gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa, barometreyi bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu barometre yüksekliği biriminden sayıp bunları toplayabilirsiniz."

"Eğer ille de sıkıcı ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki barometre ile gökdelenin tepesindeki ve yer seviyesindeki basıncı ölçer milibar cinsinden çıkan farkı feet'e çevirebilirsiniz ve yüksekliği bulursunuz."

"Ancak bizler daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metotlar kullanma konusunda teşvik edildiğimiz içindir ki, en iyi yol şüphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni bir barometre isteyip istemediğini sorarak gökdelenin yüksekliğini söylemesi durumunda ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu."

Simdi genci dinledikten sonra hâlâ aynı şeyi mi düşünüyorsunuz ?

Geçmeli mi kalmalı mı ?

Öğrencinin adı : Niels Bohr, Fizik'te Nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.

Dr. Ahmet Altıner

edit post

Quantum ve Astroloji

Posted on 22:01, under ,

Günümüzün bilim adamları ve bilim çevreleri astroloji konusuna kesinlikle sıcak bakmamaktadırlar. Bunun en büyük nedeni de bilimsel temellerimizin Beş duyu skalasına göre dizayn edilmiş olması, yani tüm fiziko-matematik yasalarımızın orjin olarak madde varsayımına (kabulüne) dayanmasıdır. Bu yüzden de konu Astroloji olunca, gök cisimlerinin birbirlerine uyguladıkları Gravitasyonel çekimi (kuvveti) yasalarınca değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.

Gerçekten de bu yasalara göre örneğin ayın dünyamıza uyguladığı gravitasyonel çekimi hesapladığımızda ancak birkaç metrelik gel gitleri oluşturmakta, bir Merkürün , Jüpiterin...vb. gök cisimlerinin uyguladıkları gravitasyonel etkisi ise hemen hemen hiç yokmuş gibi ihmal edilebilir bir konumdadır. Elektromagnetik kuvvetin madde ile etkileşimleri ise hesaba bile alınmaz. Çünkü Makro uzayda geçerli olan kuvvet, gravitasyonel kuvvettir. Dolayısıyla da Astroloji batıl konumuna düşmektedir.Oysa, geçmişte yapılan gözlemlerle bugünkü istatistiksel hesaplar astrolojinin doğruluğunu gösterdiğine göre nerede yanlış yapılmaktadır? Bunun cevabını QUANTUM POTANSİYEL ETKİ kavramında bulabiliriz. Bu kavrama göre evrende var olan her şey, bir bilgidir. Dolayısıyla bir cisim, diğer bir cisme kuvvet uygulamıyor, onu sadece bilgilendiriyor demektir. Bu durumda elektromagnetik dalgaların maddeyle olan etkileşimi de açıklanmış olmakta.

Uzaktan kumandalı bir arabanın, kumandasından gönderdiğimiz mesaja göre hareket etmesi anlatılanların somut bir örneği olarak gösterilebilir. Kumanda ile elektromagnetiksel bilgiyi arabanın anteni vasıtasıyla arabaya yükleyelim. O da bu bilgi ile hareket etmeye başlasın. Burada kuvvetin neden olduğu bir etkileşim değil,bilginin ona yüklenmesi söz konusu.

Dolayısıyla, evrenin dört temel kuvvetinin de bilgilendirme işlevi gördüğünü söyleyebiliriz.

Dünya ve üzerinde var olan maddesel yapı, zodyak denen takım yıldızlardan gelen Elektromagnetik dalgaların gezegenler tarafından yansıtılarak oluşturulduğu girişim deseninin maddesel olarak algılanmasından ibarettir. Ve burçlardan gelen dalgalar, bu girişim desenindeki dalgasal formu bilgilendirerek maddesel dünyada ya da Dünyamızda fiziksel oluşum, etkileşim olarak açığa çıkar. Burçların ve gezegenlerin de birer bilgi (dalgasal form) olmasına karşın...


Kenan Keskin

edit post

Paralel Evrenler

Posted on 21:51, under

Yaşadığınız hayatta başrolü kim oynuyor. Kimi zaman kendi hayatınızda figüran gibi hissediyor, 'neden orada değil de burada?' ya da 'niye ben' demekten alamıyoruz kendimizi. Seçimler başımıza gelecekleri belirliyor. 'Ya ötekini seçseydim ne olurdu?' düşüncesi yerli yersiz zihni meşgul edebiliyor.

Her karar verme anında çatallanan ve her yeni yönde eşzamanlı ilerleyebilen bir başka siz düşünün. Örneğin; bu satırları okumaktan şu anda cayan ve başka bir işe yönelen bir siz. Bu durumda, yaptıklarınız değişir; çevrenizdekiler, uzam ve zaman da size göre yeniden tanımlanır. Bu bambaşka bir evren tanımına giriştir; değişen siz her yeni karar da başka bir küçük evreni inşa etmektedir. Zamanın işleyiş yönünde belirginleşen koşutluk ayrıca bütün fizik kuralları ile perçinlenerek işler. Gördüğümüz, duyumsadığımız, algıladığımız yegâne büyük evrenin yanında, hiç denenmemiş ama izlenimleri bellekte yer eden ve yaşayan küçük evrenler. Ve biraz sonra birbirinden bağımsız ama 'paralel' devam eden bu sayısız evrenlerden geçebildiğinizi, hayata oradan devam edebildiğinizi düşünün.

Bazı dinler ve filozoflar tarafından sıkça tekrarlanan, görülebilir evrenin ötesinde başka evrenler olduğu savı, insanlık için çok yeni bir düşünce değil. Havası suyu kimyası fiziği başka kanunlarla perçinlenmiş evrenler uzun zamandır anlatılıyor. Dinler ve öğretiler tarihi inanması güç kurallarla inşa edilmiş evren çağrışımları ve tasvirleriyle dolu. Cennetler, Cehennemler, Olympuslar, Valhallalar ve benzeri alternatif imgelerin yapı taşını bu dünyadakinden çok farklı maddeler oluşturuyor.

'Paralel evrenler' tanımı ilk kez Amerikalı fizikçi Hugh Everett tarafından ortaya atıldı. Zaman içinde, kuantum mekaniğinin ilginç, çok popüler ve bilimsel platformlarda çok tartışılan kuramlarından birisi oldu. Kimi zaman bağımsız ve farklı, hiçbir şekilde birbiriyle etkileşime girmeyen, çok sayıda evrenin varlığı öngörüldü. George Mason Üniversitesi'nden Dr. Robin Hanson gibi bilim adamları ise, paralel evrenlerin aslında sanılanın aksine birbirlerinden bağımsız olmadığı, birbirleriyle etkileşimde olduğunu öne sürdü. Evrenlerin birbirleriyle etkileşime geçtiği hallerde ise, küçük evrenler parçalanıyor ya da büyüğü tarafından yutuluyordu; örneğin ısının aniden yükselmesi sonucunda küçük evrenin yanması; dinsel betimlemelerdeki 'kıyamet'i çağrıştırıyordu.

Kuantum mekaniği; bilim tarihinde 'çift yarık deneyi' olarak bilinen deneyde, fotonun dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu belirleyen şeyin gözlemcinin bilinci olduğunu söyler. Bir olgunun potansiyel durumdan işler hale gelmesi ve gerçekleşmesi, katılımcının varlığı ile mümkün olabilir. Sistemin fiziksel özelliklerinde herhangi bir değişim olmaz, değişim sadece bu özelliklerin potansiyellik ve güncelliğinde ortaya çıkar.

Fizikçi Jack Sarfatti'ye göre, gözlemcinin fikri, birçok olguyu açıklayabilir. Örneğin, bir sıvı veya gazdaki parçacıklar durmadan ileri geri hareket eder. Ona göre parçacıkların bir oraya bir buraya çarpmasının asıl nedeni, katılımcıların zihinsel etkinlikleridir.

Teorik fizikçi Roger Penrose, insan bilincinin nesneleri nasıl etkilediğini şöyle açıklıyor: 'Her gözlemcinin bilinç durumu 'ikiye ayrılır' kabul edildiğine göre her bir gözlemci iki kez var olacak, her var oluşunda farklı deneyimler edinecektir, Gerçekte, yalnızca gözlemci değil, içinde yaşadığı tüm evren, dünyayı her 'ölçmesinde', en az iki parçaya ayrılır. Böyle bir parçalanma, yalnız gözlemcilerin 'ölçümleri' nedeniyle değil, genelde kuantum olaylarının makroskopik büyümesi nedeniyle, tekrar tekrar oluşur ve bu şekilde oluşan evren 'dalları' çılgınca dal budak salmaya başlar'.
Birden çok olası evrenin öngörülen kümesi, 'çoklu evrenler' adlı bir teoriyle ifade ediliyor. Çoklu evrenin yapısı her evrenin kendi doğası ve birbirleri arasında kurulu çeşitli ilgiyle beliriyor.

Çoklu evren tanımı; fizik, felsefe, kurgu ve kısmen bilim kurgu alanlarında hipotezlerle ifade edilir. İlk defa William James tarafından kullanılan terim, bilimkurgu yazarı Michael Moorcock tarafından yaygınlaştırıldı. Aynı tanım çoğu zaman, 'alternatif evrenler', 'paralel dünyalar', 'paralel evrenler' biçiminde de kullanılıyor.


Max Tegmark'a göre başka evrenlerin varlığı kozmolojik gözlemlerle doğrudan ilişkili. Tegmark, kozmik gözlemlerin sunduğu verilerin, başka evrenlerin varlığını çıkarsama ve tanımlamada biricik yardımcı olduğunu söylüyor. Bugüne kadar girişilmiş bilimsel tanımlardan paralel evren düzeyleri adını verdiği bir sınıflama oluşturuyor.

İlk düzey 'açık çokluevren' adıyla anılıyor. Kozmik genişleme ve evrenin sonsuza yönelimi bu düzeyde bağlayıcı varsayılan oluyor. Birebir kopyanız sizden ancak Hubble hacimleri kadar ötede yer alabilir.

Andre Linde'nin köpük kuramı ikinci düzeyi oluşturuyor. Bu kabulde Kaotik genişlemede öteki canlı alanların başka fiziksel sabitleri, boyut ve parçacık tanımları olabileceği öngörülüyor. Bu düzey ayrıca Wheeler'ın 'düzenleyici evren' teorisini de kapsıyor.

Hugh Everett 'in 'sayısız dünyalar' kabulü üçüncü düzeyde yer alıyor. Kuantum mekaniği kuralları çerçevesinde; tıpatıp benzeyen çoklu evrenler farklı hallerde var olabiliyor. Kuantumun genel kurallarına sıkı sıkıya bağlı bu kabul paralel evrenlerin en çelişik ifadesi olarak biliniyor.

Dördüncü düzeyde Tegmark'ın 'mükemmel birlik' kuramı yer alıyor. Öteki matematiksel yapılar başka bir fiziksel kökten eşitlikler verir. Bir bakıma matematiksel doğruluk fiziksel varlığın da delilidir. Bu durum fiziksel alışkanlıkların gözden geçirilmesini, gözlemcinin algısını yeniden inşa etmesini zorunlu kılar. Stephen Hawking'in geliştirdiği M-teorisi" bu düzeyde yer alır. Tegmark'a göre bu noktadan sonra beşinci bir düzeyden bahsedilemez.

"Her Şeyin Teorisi"adıyla da bilinen evren kabulü, "M" harfiyle (magic, mysterious, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin, bütün teorilerin anası olarak değerlendiriliyor. Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak kuramının henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olabileceğini belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı'nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını vurguluyor.

M-Teorisi'ne göre, evren iki boyutlu 'bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran'ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiperuzay". Hiper ölçekte, "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya giriyor. Hawking'e göre "Gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiperuzayda süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil, sürekli yeni evrenler, yeni bran'lar doğuyor.

"kuantum üremesi" denen bu olayda Hawking; kuantum oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşumuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Hawking, sürekli bir üst boyuta geçen branlar'la ilgili, bu varsayımı biraz daha somutlaştıran hologram örneğini veriyor: 'Hologramlar, iki boyutlu bir yüzeydir ama doğru açıdan bakıldığında, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark edilebilir'. Hologram levhasını kırdığınız ve parçalardan herhangi birini ışık altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamı görülebilir.
Diğer bir söyleyişle, daha çok boyut içeren bilgiler, daha düşük boyuttaki bir yapının içine kodlanabilir. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir. Dahası paralel dünyaların yansımaları gözlemlenebilir. Ve sürüp giden yaşam bu yansımaların sadece biridir.

Hawking'in kuramının, kehanet ve telepati gibi metafizik olduğu sanılan karanlık konuları da aydınlatacağı düşünülüyor. Tıpkı bir hologramda iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunan, üç boyutlu bilgilerin okunması gibi karanlıkta kalan birçok 'beceri' açıklanabilecek.

Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir oyun, bizim de eğlence için. Üretilmiş hologram oyuncular olduğumuzu söylemek oldukça kolaycı bir yaklaşım. Bu yüzden neredeyse paralel evren çağrışımlı bütün eserlerde böylesi bir gönderme şu ya da bu biçimde yapılıyor. Kurgubilim başımıza gelecekleri yaklaşık olarak öngörebilmesi gayet doğal... Ancak kitaplar filmler ve benzeri ürünler; geleceğin hangi yöntemlerle işlerlik kazanacağını önceden haber verdiğinde her zamankinden şaşırtıcı olabiliyor. Bilim açıklayıcı niteliğiyle geçmişin beslediği bütün efsaneleri, mucizeleri ya da karanlık noktaları birer birer anlaşılır kılmak, aydınlatmak için çalışıyor. İnsanlığın eriştiği nihai bilgi ki böyle bir sonuç varsa; filmlerdeki kadar fantastik olmayacağı muhakkak. Çünkü başımıza geldiğinde, her ne kadar kitapların fantasması olsa da bizim 'gerçeğimiz' olacak.

Oruç Türker Özger

edit post

Hologram

Posted on 21:41, under

Rüyâlarımızda gördüklerimiz, hafızamızda kayıtlı olan tüm bilgiler ve hattâ izlediğimiz filmler aslında yaşanılan hayatların birebir yansımaları yani hologramları değil midir?

Aslının "aynı" görüntüsünü veren,TÜM özellikleri aynen yansıtan, 3 boyutlu olmadığı halde var gözüken yani hayâl olan hologram, suda ya da aynadaki aksinizde ortaya çıkıverir... 3 boyutlu kendi yansımamızı seyrederken, kendinizi bir "bütün" olarak görmez misiniz?...

Şimdi, gelin hologram ile ilgili yapılan açıklamalardan bir tanesini okuyalım:

"Hologram 2 boyutlu bir objedir ancak doğru yansıtma durumunda tam bir 3 boyutlu imaj yani görüntü üretir. 3 boyutlu objeyi tanımlamadaki tüm bilgiler, 2 boyutlu hologramın hakikâtinde, özünde kodludur yani bulunmaktadır. Keza, yeni fizik teorilerine göre de Tüm evren bir çeşit hologram olabilir." (Scientific American, Kasım 05, 2005)

Yukarıdaki hologram tanımı bize neyi anlatmakta?
Eğer 3 boyutlu hologram objenin tüm bilgileri iki boyutlu hologramda mevcutsa, iki boyutlu hologramın bilgileri TEK'de (burada boyut kelimesi otomatikman düşmektedir) yani 0 (sıfır) noktasında yani NOKTA'da mevcuttur. Yani bize göre hangi boyuttan bakarsak bakalım Tüm bilgiler holografik olarak TEK NOKTA'da toplanmıştır. Bir TEK yansıtıcı, projektör olması NOKTA'sından bakarsak, O'ndan yansımalar bizdeki kodlanmış(encoded) bilgiye "göre" çözüme ulaşacak ve bizim kısıtlı algılama araçlarımız (5 duyu) yüzünden çoklu holografik görüntüler,imajlar olarak beynimizde yerlerini alacaktır.

Buradaki holografik görüntünün tek ilginç gelen yanı tabii ki 3 boyutlu olmasından kaynaklanmıyor. Herhangi bir imajı holografik bir film gibi kaydedip sonra da bu filmi parçalara ayırdığımızda (kaç parçaya ayırırsak ayıralım), o imaj aslının tüm özellikleri ile görüntü vermeye devam edecektir. Bundan da anlayabileceğimiz gibi, holografik bir film parçası BÜTÜN üzerinde kaydedilmiş tüm özelliklere sahip gözükmektedir.

Bu şekilde günümüz teknolojisinde "hologram" pek çok alanda yerini almıştır. Hologram, datanın depolanması için en uygun tekniktir. İki kesişen lazer diski, milyonlarca bilgiyi bir diskte depolayabilir. Bu iki keşişen ışın holografik datayı kaydeder ve daha sonra da kullanır.

Holografik olarak datanın kaydedilmesi, başta film endüstrisi olmak üzere pek çok alanda gerçekleşmektedir; Meselâ, binlerce film çok küçük bir hologram diskine kaydedilmek suretiyle tek bir disk üzerinden seyredilebilmektedir. Bilgisayar dünyasında ise, holografik kayıt teknikleri ile hologram disklere (hologram tabakalara) kaydedilen data, isletim sisteminin kapasitesi ölçüsünde mevcut datayı desifre edip okuyabilmektedir.Tıpkı bir bilgisayar gibi beynimizde TÜM bilgi-DATA- holografik olarak kayıtlı olmasına rağmen, işletim sistemimiz kapasitesi kadar yani bizden ortaya çıkan özellikler kadarıyla o bilgiyi okuyup, deşifre etmektedir. Bu deşifre olunan bilgiler de 3 boyutlu holografik imajlar olarak, mekânsızlığı mekân, zamansızlığı zaman, yerçekimsizliği yerçekimi halinde bir illüzyona dökmektedir.

Eğer, hologramın TEK bir BÜTÜN'ün TÜM özelliklerinin her bir noktasında orijinalini yansıtması olduğunu aklımızdan çıkartmazsak, bence bu bizi başka bir noktaya yöneltebilir:

Kuantum fizikçilerinin sorguladığı evrenin hakikâti ve dolayısıyla bizim hakikâtimiz noktasına Kuantum teorileri, objelerin belirli bir pozisyonu ve hızının olmadığı ve onun yerine olasılık dalgalarının olduğundan bahsetmektedirler. Yani kuantum noktasından bakıldığında herşey sabit bir akışı olan sanal parçalardan ibârettir ve bu sanal parçaların bir mekânı olmadığı için de algılayana göre her an var olup ve yok olmaktadır.

Ancak, 5 duyu algılama araçları ile koşullanmış ve sınırlanmış olan bizler, tabii ki beynimizdeki eşsiz ve sınırsız kapasiteden bihaber, sınırlı bir alanı "Tüm" kabul edip, o çerçevede algıladığımız ve bize göre gerçek, hakikâtte sanal olanı deşifre etmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de TEK'in bizde yansımasının bizim dışımızda yani beynimizin dışında 3 boyutlu holografik imajlar şeklinde olduğunu düşünüyoruz!!!. Hakikâtte ise, tek DATA ve o DATA'nın kendisinden kendisine seyrettiği bir TEK FİLM vardır ve hattâ bu DATA gibi sayısız DATA'lar, sayısız filmlerle her bir karede her an kendini yansıtmasıdır.

Aylin Er

edit post

Mevlâna'dan Jung'a

Posted on 21:34, under

Rekabet, dışsal hedefler ve hırs bir insanın aynasındaki buğu gibidir. Kızgınlık, nefret ve kıskançlık kişiyi kendine yabancılaştırır, kişi artık kendini tanıyamaz, kendi iç dünyasına dönemez olur.

ABD'de George Washington Tıp Fakültesi eski öğretim üyelerinden Reza Arasteh, Sufizm'in bir yeniden doğuş sanatı olduğunu söylüyor. Bir kişinin kendi doğallığını yeniden kazanma süreci ise hayata, kozmik yasalara uyum sağlayabilme fırsatıdır. Hemen bu girişte Maşuk ile Maksud'dan söz etmek gerek. Maşuk aşık olan kişi, Maksud ise aşık olunandır. Sufiler de tarih boyunca bu ikiliyi değişik anekdotlarla anlatmaya çalışmışlar, Mevlana da pek çok eserinde kendini bu aşkla özdeşleştirmeyi denemiştir. Aslına bakarsanız, bu aşk filmlerdeki aşka pek benzemez. Bu yücelme durumu kişinin yaratıcısıyla girdiği bir aşktır. Mevlana'nın Mesnevi'sinde bu konuyu çok güzel örnekleyen bir bölüm var (Kaynak: "Sufi Psikolojisi", Kemal Sayar). Hikayeye göre, bir grup Rum ve bir grup Çinli ressam en iyi sanatçıların kendileri olduklarını iddia ediyorlarmış, derken Sultan her iki tarafı da sınava sokmuş. Birbirine açılan, fakat bir perdeyle ayrılmış iki odada çalışmaya başlamışlar. Rumlar çeşit çeşit boyayı kullanarak resim yaparlarken Çinliler zamanlarını duvarı, bir ayna gibi parlayana kadar temizlemek ve cilalamakla geçirmişler. Daha sonra Sultan, Rumlar perdeyi kaldırınca aklını başından alan güzel bir resimle karşılaşmış. Ancak Çinliler de perdelerini kaldırmış ve Rumların karşı duvardaki resmi aynaya benzettikleri duvardaki yansıması çok daha güzel görünmüş, Sultan'ın gözleri kamaşmış. Bu hikayede cilalı duvar hırstan ve mükemmeliyetçilikten ve önyargının pasından arınmış olan Sufilerin kalbini temsil eder. Mevlana'nın deyişine göre ruh karanlıktayken, kişi aklının fenerine ihtiyaç duyar ve aklına göre hareket eder ancak eğer ruh zaten aydınlanmışsa, o aklın fenerini aramaz.

"Astrolojiyi farkındalık sanatı olarak görmeliyiz"
Bu yönde düşününce aslında rekabet, dışsal hedefler ve hırs bir insanın aynasındaki buğu gibidir. Kızgınlık, nefret ve kıskançlık kişiyi kendine yabancılaştırır, kişi artık kendini tanıyamaz, kendi iç dünyasına dönemez olur. Arayış içinde olanlar ise, seven ve sevilen ilişkisi içinde, adım adım, özellikle kendilerine yol gösteren bir kılavuz eşliğinde, ki örneğin Mevlana-Şems ilişkisi böyle bir beraberliktir, bir hayat yolculuğuna çıkarlar. Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, sufizm yolunda bireyleşme iki şekilde olur. Bunlarda ilki nefisten, sosyal benlikten, hırslardan kurtulmak, egoyu bırakmak olan fena hali, bunu tamamlayan diğeri ise Beka halidir. Beka evrensel benlikle birleşme, kendi bütünlüğünü kazanmadır. Ne kadar ilginç ki, yüzyıllar öncesinden gelen bu bilgelik, 20. yüzyılda İsviçreli psikanalist Carl Jung'un da disiplini içinde yer almaktaydı. Freud'un sadece cinsel dürtülere dayalı modelini reddeden Jung, kendi psikolojisini bireyselleşme ve bütünleşme süreci üzerine kurmuştur. Astroloji ile de yakın bağlar kuran Jung, astrolojik haritanın insanın kendini (self) bütünleştirme aracı gibi değerlendirir. İnsanoğlunun kolektif bilincinde yer alan tüm arketipler astrolojik harita içinde gezegenler ve burçlar olarak yer almaktadır. Sufizm ise tarihten gelen bu birikimi günümüzde, insan psikolojisini sağaltma, ruhu aydınlatma yönünde kullanabiliyor. Mevlana yine şöyle diyor (Fihi ma Fih) "Herkes kendi konfor ve keyfinin peşinde koştuğu şeyde yattığına inanır. Yine de ardına düştüğü nesne ile tatmin olmaz ve geri döner. Bir süre sonra aslında zevk ve rahat peşinde olmadığını söyler, yeni bir şeyler arar ama tekrar hayal kırıklığına uğrar, böylece sürer gider."

Astrolojiyi bir farkındalık sanatı olarak görmek durumundayız. Ancak bu farkındalık sayesinde rolümüzü daha iyi anlayabilir ve kılavuzumuza eşlik edebiliriz. Kişi eninde sonunda aşığına geri döner.

Hakan Kırkoğlu

edit post

Madde

Posted on 21:29, under

Ergun Candan, ilgiyle karşılanan "Gizli Sırlar Öğretisi" isimli kitabında şöyle diyor:

"... İçine girmekte olduğumuz yeni çağın en büyük özelliği, özü bakımından, tecrit ve ayrılığın, yerini ahenge ve birliğe terk ettiği şuur değişikliği çağı olmasıdır..."

Görüldüğü üzere Sn.Candan tarafından yeni olarak tanımlanan, ama pek de yeni olmayan ve her an süregiden bu durumu, belki bizler yeni yeni fark edebilmenin heyecanı içindeyiz.

Konuya yaklaşım sağlamaya neden olan şuur değişikliği ise, insanın özgür iradesinin, kendini sınırlayan şeylerden kurtulması ile mümkün olabilir. Dolayısıyla bu öz şuura ulaşan katmanları analiz etmek herhalde mantıklı olacaktır... Bu yolda karşımıza çıkan ilk obje maddedir.

Gerçekte madde var mıdır?
Maddeyi mutlaklaştıran şartlar nelerdir?
Maddeyi, enerjinin yoğunlaşmış hali olarak tanımlarken; "insanın beş duyusu ile algılayabildiği ve duyu araçlarına göre var olan yapı" şeklinde tarif edebiliriz. Maddenin karşıtı gibi görünen, bitip tükenmek bilmeyen enerji denilen yapı, beş duyunun tespit ettiği veya edemediği her şeyin orijinidir. İnsan beyni, beş duyu sınırlarıyla kayıtlı algılama kapasitesine göre, gözüyle gördüğü ve dokunabildiği şeyleri madde olarak kabul eder. Oysa algılanan boyutların ötesinde sayısız boyutlar ve o boyutlara ait sayısız canlı türleri mevcuttur. Her canlının da bulunduğu boyut itibariyle kendisine özgü bir madde dünyası vardır. Onlara göre madde olan alemler, bizim beş duyu sınırlarımızın ötesinde kaldığı için "yok" hükmündedir. Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanır, tamamen GÖREseldir.

"GÖRESEL KAVRAM" ların ise gerçekte bir değeri yoktur. Yani "madde" olarak isimlendirilen şey, aslında değişik frekanslardaki mikrodalga ışınımlardan ibarettir. Mutlak Evren, özü itibariyle SALT ENERJİ , tek ve tümel BİLİNÇ'tir. MADDESEL EVREN, değişik frekanslarda yoğunlaşmış ışık ve dalga boyutudur.

Madde planında görülen değişikliğin temeli "metafizikte daimi enerji dönüşümü" olarak tanımlanan ve bir kural olarak kabul edilen yüksek frekanslı enerjilerin; düşük yani mikro düzeydeki titreşimleri, enerjileri dönüşüme uğratmasıdır. Biz bu anlam-manâ yüklü dönüşümleri astrolojik tesirler adıyla-vasıtasıyla algılıyoruz.( Astroloji bilimini analiz etmeden inkâr eden ve bu bilimi falcılık olarak kabul edenlere duyurulur.)

Einstein, bu görüşü daha açık bir şekilde şöyle izah ediyor: " Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut olan bir şey değildir. Bizim mekânda idrak ettiğimiz şeyler aslında mevcudatın öz yapısından dış yapısına, yahut dış yapısından öz yapısına doğru dizilme içinde bir bütündür; ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre kıyaslama metodundan başka bir şey değildir..."

Temelde her bireyde olması gereken bu bakış açısı ile, madde diye tanımlanan bir alemin olmadığı kesinlik kazanıyor. Ancak, duyu araçlarının beyin datasına madde aleminin varolduğu yolunda birtakım mesajlar iletmesiyle ister istemez var kabul ediliyor. Bu bakış açısını oluşturan başlıca etmen, görme aracıdır. Halbuki, gördüğümüz herhangi bir nesne, orijini itibariyle atomlardan oluşmuş bir kütledir. Bu kütleyi bir milyar kez büyütme kapasitesi olan bir mikroskobun lâmına koyarak bakarsak, salt atomları görürüz. Demek ki biz, atomlardan müteşekkil bir yapıyı duyu organlarımız sayesinde madde olarak kabul etmekteyiz. Ve sonuçta, atomik kütle de analiz edildiğinde, yerini Enerjiye- Mutlak Şuur'a bırakacaktır...

Örneğin bunu; buzun aslının kar, karın su, suyun buhar olması şeklinde düşünelim. Şayet buz kendi aslına yönelmez, bilmek istemezse, kendini "buz" olarak tanımlar ve buz olarak kalır. İnsan da kendini sadece et-kemik yapı yani bir beden olarak kabullenirse, kendini aynada gördüğü suret olarak düşünür. Bu hali ile, Hz. Resulullah'ın deyimiyle sonsuza dek yaşayıp gider. Söz konusu bu durum yine O'nun tarafından "uykuda olma" şeklinde tasvir edilmiştir.

Asırlar boyu mabetlerde, tapınaklarda insanoğluna verilen öğreti, onun şekilcilikten yakasını sıyırması, kendini bu uyku halinden kurtarabilmesi içindir. Ancak, belirli aşamalardan sonra insanoğlunun ruhun ve özün kıpırtılarını duyması mümkün olur. Tabi, bu bir bakıma, istek ve arzuların frenlenebilmesi, fedakârlıkların sıklaşması anlamına geliyor. Gün geçtikce bunu daha iyi fark edebiliyoruz.

Ahmet F. Yüksel

edit post

Okyanusu Aşan Kelebeğin Mektubu

Posted on 21:19, under

İster dövüşüp ister konuşalım
Ama önce tartışalım.
Kanatlarım bir gramın yedide biridir,
Okyanusun en hafif rüzgarlarıysa tayfundan daha iridir
“Hey dalgalar haydi yarışalım” deyip başlamıştık.
Bu yolun dönüşü yoktu artık.
Ben rüzgarı tanıyordum, gücünü biliyordum havanın
Mağrur deniz ise kelebeklerin kudretinden bihaberdi inanın
Fırtınalar mı?
Adamı güldürmeyin!
Farkında bile değillerdi gramın yedi binde birinin, yani ellerimin.
Haksız da sayılmazlardı hani,
Kesiti. Yedi bin bölü yedi bin desimetreydi
Ki, kanatlarım gözyaşından şeffaf, ruhtan inceydi.
Tüm bu bilgileri nereden mi aldım?
İşin doğrusu kimyager Alfred’in oğlu Jan’ın günlüğünden çaldım.
Babası kelebeklerin uzun, çok uzun süren yolculuklarında
Tülsü yapılarının nasıl olup da
Sağnak Yağmurlar ve deli rüzgarla
Nasıl eriyip dağılmadığını merak eden aydın bir baba.
Jan günlüğüne onun bulgularını aktarmış.
Benimle uçan filo, dört Nisan sabahı Florida’dan havalanıp
Dokuz Eylül’de Portekiz’e varmış.
Demek ki, altı ayda ayak basmışız, yeniden karaya
“Hangi güçle?” mi diyorsun?
Güç Rabb’imizin efendim, o acır fukaraya.

Çok Özel
Not:
Kelebeklerin uçarak Atlantik Okyanusu’nu geçtikleri meselesi bilimsel bir vaka olmanın ötesinde, insanların tevbeye yönelmesinden başka hiçbir toplumsal yahut bireysel çıkış noktamızın kalmadığını gösteren bir kanıttır! Böylesine inanılmaz bilimsel bir keşif nasıl olur da insanı allak bullak etmez ve kendini gözden geçirmeye sevk etmez.

Ey korkak ve korkularından ötürü pişmanlık duymayan değerli muhatabım?

Prof. Mustafa ERDOĞAN

edit post